Bugünkü Hürriyet'te çıkan yazımı bir de blogumda paylaşıyorum...
***
***
Haliç Kongre Merkezi ana baba günü. Polis ve orada düzeni
sağlamakla görevli olanlar, 'Ben de gireyim' diye kapıya dayananları geri
çevirmekle meşgul.
Cumhurbaşkanı adayı Recep Tayyip Erdoğan birazdan kendisinin
nasıl bir cumhurbaşkanı olacağını anlatacak ve bunun anlatıldığı 'vizyon
belgesi'ni açıklayacak.
Bütün önlemlere ve kapıdan geri çevirmelere rağmen salon merdivenler
ve fuaye dahil hınca hınç dolu. Görevliler ellerinde pankartlar tutuyor. Birinde
'Basın' yazıyor, oraya yöneliyorum Fatih Çekirge ile birlikte. Ötede
'Sanatçılar' pankartı var, 'Sporcular' pankartı var, hatta 'Akil İnsanlar'
pankartı var.
Başbakan, kendisi için yapılan yeni şarkının bestecisine teşekkür
ettikten sonra konuşmaya başlıyor. Ben pür dikkat, rejim değişikliği veya
ülkeyi ve Ak Parti'yi Çankaya'dan yönetme anlamına gelebilecek cümleler olup
olmadığını izliyorum.
Bu sefer Abdullah Gül'ü ismiyle anarak onu ayrı tuttu, eski
Cumhurbaşkanlarının rolünü anlatırken, 'Milletin yetkisini alıp yönetmeye
gelmiş başbakan var, ama cumhurbaşkanı oradan dur diyor' dedi.
Ama bu cümleden hemen sonra da 'başkan' dedi, bunu da
'Cumhurbaşkanı yani cumhurun, yani halkın başkanı' diye izah etti.
Buradan pek ekmek çıkmayacak anlaşılan.
Çünkü, Erdoğan belki de, '10 Ağustosta cumhurbaşkanlığı
seçimi yapılmayacak, rejim değişikliği oylanacak' sözlerinin anketlerde etkili
olmaya başladığını gördü. Veya 'Merak etmeyin ben bir yere gitmiyorum, ülkeyi
de Ak Partili başbakanla birlikte yöneteceğiz' diye özetlenebilecek sözlerinin
siyaseten bir hata olduğunu düşünmeye başladı. Veya veya bu iki spekülasyon da
doğru değil; yarın yine aynen o sözlerle konuşmaya devam edecek.
Ancak son birkaç haftada Ak Parti çevrelerinden de duymaya
başladığım, benim de büyük ölçüde makul bulduğum görüşü aktarmam lazım:
'Güçlü ve icracı Cumhurbaşkanı' olmanın bir tane yolu var:
Başbakanın buna izin vermesi.
Süleyman Demirel'in Thomas Hobbes'dan naklen kullanmayı çok
sevdiği bir sözdür 'The power is indivisible-Güç bölünemez' cümlesi.
Güç bölünemez ama Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında
paylaşılabilir.
Bu biraz bileşik kaplar gibi. Cumhurbaşkanına eklenen güç
başbakandan eksilendir.
Yani, başbakanlık makamını ve başbakanlık yapan kişiyi
zayıflatmadan, onun zayıf gözükmesini göze almadan güçlü cumhurbaşkanı olmak
kolay değil.
Peki bu millet 'zayıf' birine oy verir mi? Hadi diyelim ki
verdi, 2015'te seçim kazanıp gelmiş bir başbakan yetkilerini yine de
cumhurbaşkanına kullandırtır mı?
Bekleyip göreceğiz.
Tek tutuklusu bile kalmadı...
Hayır, KCK davalarından söz etmiyorum. Onları ayrıca
incelemek ve nasıl feci sonuçlara yol açtığını ayrıca görmek lazım. Bugün,
Ankara'da yürüyen faili meçhul bazı cinayetlerle ilgili davadan söz edeceğim.
Davanın yegane tutuklusu, itiraflarıyla aslında bu davanın
açılmasını temin etmiş olan, kendi işlediği cinayetleri de söylemekten geri
kalmayan eski polis Ayhan Çarkın'dı. Dün o da tahliye oldu; yakınlarını bu
cinayetlere kurban vermiş ailelerin gözleri önünde.
90'lı yılların bütün derin karanlığı içinde bu dava
sayesinde gündeme gelen çok özel bir başka karanlık biçimiydi oysa. Ve bu
davanın çok daha derinleşmesi, var olduğu iddia edilen Milli Güvenlik Kurulu
kararlarından başka devlet kurumlarının yazışmalarına kadar her şeyi kapsaması
beklenirdi.
Ama bakın, o karanlık yıllarda belli bir payı olan MİT
dışında hiçbir devlet kurumu mahkemeye yardımcı olmadı; savcılığın soruşturması
da bence ciddi anlamda sınırlı kaldı.
Oysa bu dava bizi, en azından bir dönemin yönetim anlayışı
bakımından aydınlığa çıkarabilecek potansiyeli taşıyan çok önemli bir dava.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder