17 Haziran 2015 Çarşamba

Demirel ve Erdoğan: Kendi değiştirdiği toplumun gerisinde kalmak

Süleyman Demirel'in ölümü akla ister istemez bir sürü şey getiriyor. Bunların bir bölümü anılar; onları Hürriyet'in web sayfası için yazdım, burada da paylaştım. Tabii ölen kişi Demirel olunca, akla gelenlerin bir bölümü de işin siyasetle, siyaset felsefesi ve Türkiye'nin siyasi tarihiyle yakından ilgili oluyor.

Süleyman Demirel, Türk muhafazakarlığının (solcuların adlandırmasıyla 'sağcılığı'nın) en az Adnan Menderes gibi bir efsane ismi olacakken ne oldu da bu makamını kaybetti; ömrü boyunca siyaseten mücadele ettiği 'Ulusalcı-Solcu' kesimlerin kahramanı haline geldi?

Uzun zamandır aklımda olan bir soru; bir sefer bir telefon konuşmamızda Demirel'in kendisine de sormaya çalıştım ama onu kırmadan üzmeden sormanın bir yolunu bulamadığım için dilimin ucundaki soruyu geri çektim, 'Bir yüz yüze görüşmemizde sorarım' dedim; kısmet olmadı yüz yüze görüşmek.

Bu soruya kendimce verdiğim yanıt şu:

Demokrasi kahramanı Demirel

Demirel'in 80'li yıllarda verdiği demokrasi mücadelesi çok önemlidir. Bu mücadelenin önemli bir bölümü kendi kişisel siyasi haklarını geri alabilmek içindir.

1982 Anayasası başta Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit olmak üzere çok sayıda siyasetçiye ömür boyu siyaset yasağı getirmişti. Turgut Özal, önce Anayasanın nasıl değişeceğine dair maddesini değiştirdi, bu maddeye Anayasa değişikliklerinin referanduma sunulabilmesi imkanını soktu; sonra da yasaklarla ilgili maddeyi referanduma götürdü ve o referandumda da bütün gücüyle hayır oyu verilmesi, yani yasakların kalkmaması için propaganda yaptı.

Az kalsın başarıyordu da, yasakların kalkması kararı kıl payıyla geçti.

Demirel'in siyasete dönmesiyle birlikte, partisi DYP'nin iktidardaki ANAP'a yönelik muhalefeti aynı zamanda darbe yönetimine ve darbe hukukuna da muhalefete dönüştü. Demirel'in 1991'deki seçim başarısının arkasında bu var: Kendisinin darbe karşıtlığı ve ANAP'ın darbeyle özdeşleşmesi.

28 Şubat'ın işgörücüsü Demirel

Ama aynı Demirel, 28 Şubat döneminde seçimden birincilikle çıkmış partinin (Refah) iktidar ortağı olmasına dayanamadı; ilk günlerde herkese 'Demokratik sabır' telkin etti ama sabredemeyen kendisi oldu, bu hükümeti düşürmek için 6 ay gece gündüz uğraştı, sonunda da düşürdü. Necmettin Erbakan'ın istifasını sunmak için Köşk'e çıktığı o haziran günü, Demirel'in de hayatının en mutlu günlerinden biriydi herhalde.

Darbe karşıtlığından, her şart altında sandığın verdiği meşruiyeti üstün tutmaktan 28 Şubat'ın liderliğine... Trajik bir değişim.

Elbette, asker baskısını hissetti Demirel. Asker tarafından bir kez daha darbeyle yerinden edilen bir devlet adamı olmamak için askerin 'gazını alıcı' tutumlara girdi. ('Durumdan vazife çıkarmak' o günlerin bir askeri özdeyişidir.)

Ama bu tutum yanlış bir değerlendirmeden kaynaklanıyordu.

Toplumun değişimine Türkiye'de Süleyman Demirel'in de büyük katkıları oldu. Bir yandan ülke kalkınmasına katkı sağladı, bir yandan demokrasinin kökleşmesine, benimsenmesine.

Ve Demirel, 28 Şubat'tan sonra bir kesimin artık kahramanı değilse bunun bir tane sebebi var: Kendi elleriyle değiştirdiği toplumun gerisinde kaldı.

Asker 28 Şubatta darbe yapamazdı

1971'de askerler ve bütün devlet mekanizması Demirel'in altından sandalyesini çekmişti. İstifa edip parlamentoyu açık tutmaya çalışmaktan ve mücadelesini vadeye yaymaktan başka çaresi yoktu. Oysa iki yıl önce yüzde 52 oy almıştı.

12 Eylül darbesi böyle düşünme fırsatı bile vermedi; bir sabah ansızın gözaltına alındı Demirel ve hapse atıldı Ecevit'le birlikte. (Evet bir dinlenme kampıydı ama hapisti orası; bırakın dışarı çıkmayı telefon hakları bile kısıtlıydı liderlerin. Üstelik eşlerini de hapse attı askerler.)

Ama sonra ülke değişti. Önce Turgut Özal değiştirdi; dünya piyasalarıyla daha entegre bir ülke oldu burası, ardından Demirel değiştirdi, demokrasiyi arayan, şeffaf karakol isteyen bir ülke oldu.

28 Şubat 1997'de askerler darbe falan yapamazlardı; yapsalar hiçbir destek bulamazlardı. Zaten Amerika'nın açık müdahalesi oldu darbe yapılmaması yönünde. Ama Demirel yapabileceklerini düşündü askerlerin. O yüzden önceliğini Meclis'i açık tutmaya verdi, hükümeti korumaya değil.

Kendi değiştirdiği toplumun gerisinde kalmıştı işte.

Ya Erdoğan?

Buradan konuyu Recep Tayyip Erdoğan'a getireceğim.

Bir an hayal edin, 2002 sonunda Recep Tayyip Erdoğan'a seçme ve seçilme hakkını iade eden Anayasa değişikliğinin Meclis'te CHP'nin katkısıyla geçmediğini ve referanduma sunulduğunu. Erdoğan'ın meydan meydan çıkıp kendi siyasi haklarını geri istediğini ve bu hakları referandumda yüzde 50'nin üzerinde bir oyla kazandığını.

Böyle olmadı elbette ama Erdoğan da ciddi bir demokrasi mücadelesinden geliyor; sandığın verdiği meşruiyetin en üst meşruiyet olması gerektiğini savunuyor.

Erdoğan başbakan olduğunda dikensiz gül bahçesi bulmadı. Askerler hemen darbe hazırlıklarına girişmişti; Sarıkız ve Ayışığı-Yakamoz darbe planları, cemaatin 'yalan delilleri' arasında yok.

2007'de askere boyun eğmedi

2007'de geceyarısı gelen muhtıraya karşı Erdoğan da sinebilirdi Demirel gibi yapabilir, meseleyi zamana yaymayı tercih edebilirdi. Nitekim, Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı adayı olmasını istemediğini o günden beri biliyoruz; onun yerine eşinin başının açık olmasından başka bir özelliği olmayan Vecihi Gönül'ü tercih ediyordu Erdoğan. Bu tercihini de seçim kampanyası sırasında bile açık açık söyledi gazetecilere, bir sürü insan bunu bugün Ahmet Sever'in kitabından öğrenmiş gibi yapıyor ama gerçek öyle değil.


Yine de Erdoğan ve arkadaşları, 27 Nisan 2007 gecesi açıklanan muhtıranın ardından sabaha kadar Abdullah Gül'ün ikametgahı olan Dışişleri Konutu'nda bir ortak akla ulaştılar ve ertesi gün hükümet sözcüsü Cemil Çiçek'in ağzından muhtıraya karşı muhtıra açıkladılar. Asker sindi kaldı. (Bu konuların ayrıntısını merak edenlere Everest yayınlarından çıkan kitabım, 'Asker Bize İktidarı Verir mi?'yi tavsiye ederim.)

O gün askerin darbe yapamayacağını, yaparsa yıllık 40 milyar dolara ulaşan cari açıkla baş edemeyeceğini değerlendirdi hükümet ve bu çıkışı geri döndürdü.

Ve Erdoğan geride kalmaya başlıyor

Ama sonra aynı Erdoğan, son iki yılda, özellikle de Gezi Olaylarından beri, değişimine, dönüşümüne ve en önemlisi demokratikleşmesine katkıda bulunduğu toplumun gerisinde kalmaya başladı.

Gezi olaylarından pek ala övünç vesilesi de çıkarabilirdi Erdoğan. Nitekim aklı başında pek çok Ak Partili, Ali Babacan'dan Nabi Avcı'ya ve hatta Cumhurbaşkanı Gül'e kadar pek çok isim, Gezi olaylarının daha fazla demokrasi arayışı olması dolayısıyla Ak Parti reformları sayesinde yaşanabildiğini bir biçimde söylediler.

Ama Erdoğan buradan düşmanlık ve seçim kampanyası çıkardı. Ve değişimine katkı sağladığı toplumun gerisinde kalmaya böyle başladı. Oysa Gezi'nin savunduğu çoğulculuğu bir zamanlar Ak Parti adına Erdoğan da savunuyordu.

Bu geride kalma hali devam da etti. Kendisi ve oğlu yolsuzlukla suçlandığında, 'Gelin bakın benim hiçbir veremeyecek hesabım yok' diyeceğine, o soruşturmalarda bir başka düşman buldu. (Hoş o düşmanın sahiden düşman olduğu, Erdoğan'ın uydurması olmadığı kısa zamanda anlaşıldı ama yine de...)

Cumhurbaşkanı olmayı istemek hakkıydı; Cumhurbaşkanlığını da hakkıyla kazandı. Ama sonra partisini serbest bırakmak yerine yeniden dizayn etmeye çalışarak bir kez daha değişimine katkıda bulunduğu toplumun da, kurduğu partinin siyasi aklının da gerisinde kaldı.

Tabii seçim kampanyasında partisine oy istemesi, muhalefet partilerini hakarete varan bir dille eleştirmesi, kendisini protesto eden kadınlara edep sınırlarının dışına çıkarak saldırması gibi şeyleri saymıyorum bile...

Toplumun gerisinde kalmak, daha doğrusu bir zamanlar önderlik ettiği kalabalıkların fikren ve davranış olarak gerisine düşmek bir siyasetçinin girebileceği en trajik durum.

Rahmetli Demirel'in bir fırsatı olmadı ve olmayacak da; ama Erdoğan'ın hala değişimine büyük katkı sağladığı toplumun önüne geçme, ona yeniden liderlik etme imkanı var.


Yeter ki kendisiyle hesaplaşsın, 'Hata yapıyosun' diyenleri düşman görmek yerine onların ne dediğine baksın...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder