Bugünkü Hürriyet'te çıkan yazımı burada da paylaşıyorum.
***
***
İstanbul'da bir inşaatta meydana gelen 10 ölümlü asansör
cinayetinden sonra Türkiye yeniden iş güvenliğini konuşmaya başladı.
Konuşuyoruz ama hemen de unutuyoruz ve yeniden konuşmaya
başlamamız için yeniden bir çok ölümlü vaka yaşanması gerekiyor maalesef.
Oysa adına 'iş
kazası' denen ama yaygınlığına ve oluş sıklığına bakınca 'kaza' yerine 'cinayet' diye adlandırmamız gereken
'vaka'lar için daha derinlemesine önlemler alınma zamanı çoktan gelmiş de
geçmiş bile.
İş güvenliği konusu, temelde bir denetim ve denetimin
sonuçlarının hayata geçirilmesi meselesi.
Türkiye'de onbinlerce iş yeri var, 'riskli' kabul edilen işlerin yapıldığı. Tehlikeli kimyasallarla
çalışanlar mı istersiniz, yüksek inşaatlar mı, yerin altındaki madenler mi,
tersaneler mi, kesici ve delici makinelerle çalışmak mı...
Biz bu onbinlerce işyerini birkaç bin denetim elemanıyla
denetlemeye ve denetim sonunda ortaya çıkan aksaklıkların giderilip
giderilmediğini kontrol etmeye çalışıyoruz. İmkansız bir görev.
İş müfettişleri kuşkusuz önemli görevler yapıyorlar ama ülke
çapında her riskli iş yerini onların bir düzene sokmasını sağlamak kolay değil.
Bu denetim ve daha önemlisi kurallara uygunluk kontrolu işinin iş müfettişleri
dışında paydaşlarca da yürütülmesi gerek.
Evet bunun için 'işi
güvenliği ajansları' var; bunlar birer şirket. İş yerleri onları tutuyor,
sözde onlar da o iş yerindeki iş güvenliğini sağlıyor.
Bu sistemin yetersiz olduğu, çalışmadığı ve en önemlisi bir
çıkar uyumuna neden olduğu için düzeltilemeyeceği de bence artık kanıtlanmış
durumda.
Burada en önemli konu, denetleyenle denetlenenin bir çıkar uyumu
değil çıkar çatışması içinde olmasının sağlanması.
Hazine Müsteşarlığı yıl başında bir tebliğ çıkartmış ve
riskli işler yapan iş yerlerine sigorta
mecburiyeti getirmeye başlamış. Bu, yerinde bir önlem. Sigorta şirketi, o
iş yerini sigortalamak için orayı denetleyecek, önlemleri yetersiz görürse
sigorta yapmayacak veya primi yükseltecek. Sigortasını yaptırmayan da iş yerini
(veya şantiyesini) açamayacak.
Ancak maalesef uygulama bütün riskli sektörler için değil
henüz sadece kimya sektörü için başlamış durumda. Keşke Hazine işe inşaat
sektöründen başlasaydı.
Yine de, tek başına sigorta bu işi çözmeye yetmez.
Bizim bir de, Borçlar Kanunu'nda düzenlenen 'manevi tazminat' hukukumuzu temelinden
değiştirmemiz gerek.
Ayrıntıya girip boğulmayalım ama manevi tazminatla ilgili
hukumuzun temelinde 'tazminata mahkum
olanın fakirleşmemesi, tazminat kazananın da zenginleşmemesi ilkesi' var.
Soma'daki toplu cinayet sonrasında da önerdim, bizim bu
temel ilkeyi değiştirmemiz, bu çeşit iş cinayetlerinin yaşandığı iş yerlerini
çok ama çok yüksek manevi tazminatlar ödemeye mahkum edebilme imkanını
mahkemelerimize vermemiz gerekiyor.
Tazminat tehlikesi yüksek olunca, riskli işler yapan iş
yerlerinin sigorta primleri de artacak, o zaman sigorta aracılığıyla denetim ve
kuralların uygulanması daha garantili olacaktır.
Davutoğlu'nun zor sınavı: Kimin hükümeti olduğuna karar vermek...
İstanbul'daki on ölümlü cinayetten sonra hükümet ağır bir
eleştiri bombardımanı altında. Bu eleştirilerin sebebi büyük ölçüde Soma
madenindeki toplu cinayetten sonra hükümetin aldığı tutumla ilgili.
Bir kez daha karar anı:
Böyle bir vahim olaydan sonra hükümet kendini kimin yanında
hissetmektedir? Ölen ve öldüğü için suçlanan işçilerin yanında mı, yoksa onun
işvereninin, son vakada olduğu gibi genel olarak müteahhitlik sektörünün
yanında mı?
Daha doğrudan sorayım: Hükümet
işçinin mi hükümetidir, müteahhitin mi?
Bu savcılarla demokratikleşme imkansız
İstanbul'da Beşiktaş'ın taraftar grubu Çarşı'nın bazı önde
gelenlerine karşı 'hükümeti silah
zoruyla devirmeye teşebbüs'ten dava açan savcıyla meşhur KCK davalarını
açan savcılar arasında kategorik olarak hiçbir fark yok.
KCK'da eline silah almamış, gazetede dergide yazı yazmış
veya meşru siyasetten ayrılmamış insanlara 'bölücü
terörist' muamelesi yapmakla bir protesto gösterine katılan veya onu
organize eden insanlara 'darbeci'
muamelesi yapmak, Türkiye'nin 'demokrasi'
ve 'ifade özgürlüğü' fikrine ne
kadar uzak olduğunun açık delilleri esasen.
O protesto gösteri sırasında şiddete başvurulmuşsa, elde
delil de varsa şiddet uygulayanları ve şiddet talimatı verenleri salt bu suçtan
yargılamak dururken 'hükümete darbe
girişimi' nereden çıktı?
Bu savcılar ve bu suç anlayışıyla mı demokratikleşecek
Türkiye? Bu bakış açısı yerinde dururken mi 'çözüm süreci' yürüteceğiz, 'Eline
silah alacağına siyaset yap, ne diyorsan yine de' diyeceğiz?
Yaman bir çelişki...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder