17 Ekim 2017 Salı

İnsanlığın en büyük bilimsel işbirliği ama Türkiye yok!


İki nötron yıldızının çarpışıp birleşmesini bir sanatçı böyle hayal etmiş.
Cody Messick’in cep telefonu 17 Ağustos 2017 sabahı yerel saatle 08.41’de titreşti.
Messick, Pennsylvania State University’de çalışan bir fizikçi ve meşhur kütle çekim dalgaları gözlemcisi LIGO’nun o sabahki nöbetçi ekibinin bir üyesi.
Telefonuna baktı, “Vaayy” diye geçirdi içinden. LIGO güçlü bir kütle çekim dalgası saptamıştı. Hemen bilgisayarının başına geçti, LIGO verilerini kontrol etti.
LIGO, Amerika’nın iki ucunda iki gözlem istasyonu. Biri Doğu kıyısında, Livingstone Louisiana’da; diğeri Batı kıyısında Hanford Washington’da. İki istasyon da, kocaman bir L harfi şeklindeki bir kaç kilometrelik beton tüneller. Bu tünellerin içinde de, insanoğlunun bugüne kadar yaptığı en hassas lazer ölçüm cihazı var. Daha doğrusu L harfinin iki kanadına doğru giden ve aynaya çarpıp geri dönen iki lazer ışını var. Bu ışınların tünel boyunca gidiş geliş süresi çok hassas biçimde ölçülüyor. Eğer tünel uzarsa veya kısalırsa, bu uzama veya kısalma milimetrenin on binde biri kadar bile olsa cihaz bunu ölçecek hassaslıkta.
“Koca beton tünel neden uzasın veya kısalsın” diye aklınızdan geçiriyor olabilirsiniz. Kütle çekim dalgaları bütün nesnelerin içinden geçebiliyor ve geçerken de nesnenin kısacık bir süre için uzamasına veya kısalmasına neden oluyor. Yani evet, güçlendirilmiş betondan yapılmış o tüneller de uzayıp kısalabiliyor ve bunu lazer ışını sayesinde saptayabiliyor insanlık.
Amerikalılar LIGO’dan iki tane yaptılar; çünkü birinin verisinin ötekisi tarafından sağlamasının yapılması gerekiyor. Şimdi artık LIGO’nun bir de Avrupa’da, İtalya’da bir kardeşi var VIRGO. Bu üç gözlem istasyonu sürekli ortak çalışıyor.

100 saniyelik dalga

Başa dönelim; Cody Messick bilgisayarının başına geçti ve LIGO verilerine bakmaya başladı. Bu arada bütün nöbetçi ekip üyeleri telekonferansla birbirlerine bağlandılar ve hepsi aynı verilere bakmaya başladılar. Veriler, bizim güneşimizden biraz büyük iki sert objenin birbiriyle çarpıştığını gösteriyordu. Fakat bu çarpışmanın LIGO’nun daha önce kaydettiği çarpışmalardan bir farkı vardı; dalgalar daha uzun sürmüştü, yaklaşık 100 saniye.
Onlar bu verilere bakıp konuşurken bir alarm geldi. Bu kez alarmı NASA’nın uzaydaki Fermi adlı gamma ışını teleskopu veriyordu. Teleskop, LIGO’nun kaydettiği kütle çekim dalgasının bitmesinden sadece 1.7 saniye sonra büyük bir gamma ışıması saptamış ve bu olaya otomatik biçimde GRB170817A adını vermişti. (Gamma Ray Burst 17 Ağustos 2017 A yani.) LIGO’nun bilgisayarları da kaydedilen olaya GW170817 (Gravitational Wave 17 Ağustos 2017) adını vermişti zaten.
LIGO ekibi, ilk tespitten 40 dakika sonra, yani Amerika Doğu saatiyle 09.21’de 70 civarında bilimsel araştırma ortağına alarm vermişti bile. Bu ortaklar dünyanın dört bir yanındaki astronomlardı, kimi konvansiyonel teleskoplarla kimi radyo teleskoplarıyla kimi de uzaydaki teleskoplarla evreni tarayan insanlar.
17 Ağustos 2017 günü dünya çapında bir bilimsel alarm verildi. Sarı noktalar LIGO ve VIRGO, mavi noktalar ise dünyanın neresinde teleskopların gözlem yaptığını gösteriyor. Ayrıca uzaydaki 7 ayrı teleskop da bu işbirliğine katıldı; Türkiye yoktu. 

“Koş Seher yıldızlar çarpıştı”

Bu ilk alarmdan dört buçuk saat sonra bir alarm daha verildi; bu sefer daha spesifikti alarm çünkü veriler daha iyi derlenip toplanmıştı. LIGO, VIRGO ve Fermi’den gelen bu alarmlar dünya çapında bir yarışı da başlattı. Herkes gökyüzünde ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Ne olduğunu gözleriyle gören ilk kişi, muhtemelen Santa Cruz’daki California Üniversitesi’nden Charles Kilpatrick oldu. Şili’de konuşlu 1 metrelik gayet mütevazı bir teleskopu yöneten ekipteydi. Bilgisayarının başına geçti, gökyüzünü taramaya başladı ve NGC 4993 adlı galakside aradığını buldu. Elinde NGC 4993’ün eski bir görüntüsü vardı ve yeni baktığı görüntüde önemli bir fark gözüküyordu. Ekibi gözlenen bu olaya hemen SSS 17a adını verdi.
Üç olayın, yani GW170817, GRB170817A ve SSS17a’nın aslında aynı olay olduğunun anlaşılması çok da uzun sürmedi.
Birbirinin yörüngesinde dolanan iki nötron yıldızı kaçınılmaz sona ulaşmış ve birbirlerine çarparak bir kara delik oluşturmuşlardı.

Atanamamış kara delikler

Burada biraz durup nötron yıldızlarının ne olduğunu konuşalım. İlla bir şeye benzeteceksek, nötron yıldızlarını atanamamış kara deliklere benzetebiliriz.
Bizim güneşimize kıyasla devasa yıldızlardır bunlar ama yakıtları bitmeye başladığında, yeterince büyük olmadıkları için kendi içlerine doğru çöküp tek başlarına bir kara deliği oluşturamazlar. Hayal edilemez bir yoğunlukta ve görece küçüktürler. Kendi etraflarında çok büyük hızlarda dönerler. Astro fizikçiler ve teorik fizikçiler arasında bir tartışma da var. Bazılarına göre bu yoğunluk ve dönüş hızı nedeniyle nötron yıldızları kusursuz birer küre şeklinde. Ama başkaları, nötron yıldızlarının üzerinde yer yer yüksekliği 1 milimetreyi (yanlış okumadınız, milimetre) bulan “dağların” olduğunu iddia ediyor.
Nötron yıldızları görece geç keşfedildi. Daha doğrusu teorik olarak varlıkları tahmin ediliyordu ama 60’ların sonlarında ilk kez bir kadın astronom olan Burnel tarafından gözlendiler. Ama maalesef Nobel’i Burnel değil bir erkek olan hocası aldı!
Benzer şekilde kara deliklerin varlığını da teorik olarak tahmin ediyor, onların varlığına dair bazı dolaylı delillere de sahiptik ama kara delik diye bir şeyin fiziki gerçeklik olduğunu bize LIGO kanıtladı aslında. Eğer yakıtı bitip kendi içine doğru çökmeye başlayan yıldız yeterince büyükse öyle büyük bir kütle çekimi yaratıyor ki ışık bile bu çekim kuvvetini yenip dışarı çıkamıyor. O yüzden bu süper yoğun nesnelerin adı “kara delik.” Yoksa uzayda bir delik falan yok, sadece yakınına gelen her şeyi yutan bir süper yoğun nesne var.
Her neyse, LIGO geçmişte süper büyüklükte kara deliklerin birbiriyle çarpışıp tek bir kara deliğe dönüşmesini gözlemlemişti. Nasıl kara delikler uzun süre birbirlerinin etrafında dönüp sonunda çarpışıyorsa, benzer bir durum nötron yıldızları için de geçerli ve işte 17 Ağustos günü dünya bunu gözledi.
Üstünde tarih de var, soldaki resim 17 Ağustos günü çekildi, sağdaki ise 4 gün sonra. O işaretli noktanın maviden kırmızıya kayması, ağır elementlerin nasıl oluştuğuyla ilgili teorileri doğrulaması bakımından önemli.

Üç sebeple çok özel bir gözlem

Bu gözlemi bizim için özel yapan birkaç unsur var. 
Bunlardan birincisi, LIGO ve VIRGO’nun kütle çekim dalgası olarak gözlediği bir olayı gözümüzle de gördük; çünkü çarpışma sonucu ortaya bizim görebileceğimiz nitelikte elektro manyetik dalgalar çıktı. Kara delik çarpışmasında çıkmıyor bunlar.
İkincisi, insanlık tarihinin en büyük, en kapsamlı bilimsel işbirliğine tanık olduk bu gözlem sırasında. LIGO’nun verdiği alarmla harekete geçen 70 ayrı araştırma grubu, kabaca 4 bin civarında astro fizikçiden oluşuyordu. 4 bin de, dünya üzerindeki bütün astrofizikçilerin üçte biri hemen hemen. Bugün ortaya 30’dan fazla bilimsel makale çıktı; kim bilir daha kaç tane çıkacak. (Maalesef bu bilimsel ortaklıklar içinde Türkiye’den bir gözlemevi ve grup bulunmuyor. Bildiğim kadarıyla bu 4 bin kişilik astrofizikçi grubu içinde Türkiye’den gelme tek kişi, ülkemize doktora sonrası çalışmalar için gelen bir İtalyan olan Massimiliano de Pasquale. Dünyadan ne kadar koptuğumuzu ve bu kopuşu ne kadar içselleştirdiğimizi düşünüp üzülmemek elde değil.)
Üçüncüsü, kimya derslerinden bildiğimiz o meşhur periyodik tablodaki yüksek atom numaralı ağır elementlerin nasıl meydana geldiğiyle ilgili teorilerimiz vardı ama ilk kez bu teorilerin bazılarının doğru bazılarının yanlış olduğunu deneysel yolla gözlemleme imkanımız oldu bu çarpışma sayesinde.
Bizim güneşimiz dahil bütün yıldızların ana yakıtı en temel, en basit atom olan hidrojen. Güneşimiz, iki hidrojen atomunu müthiş bir basınç ve sıcaklık altında birleştirip bir helyum atomu haline getiriyor. Bu işlem sırasında ortaya çıkan enerji de dünyamızda hayatı mümkün kılıyor.
Yıldızlar zaman içinde hidrojenlerini yaka yaka bitiriyor, helyumla hidrojen birleşiyor lityum oluyor, helyumla helyum birleşiyor berilyum oluşuyor vs. Ama yıldızlar sıra atom numarası 26 olan demire gelince orada duruyor.
Ne bileyim, atom numarası 78 olan platin, 79 olan altın veya 92 olan uranyum gibi atomların nasıl ortaya çıktığına dair genel bir anlayışımız ve teorilerimiz vardı.
Bir teori, nötron yıldızlarının çarpışması sonrası kara delik oluşurken bazı artık nötron ve protonların etrafa saçıldığını ve bunların da kısa zamanda ağır elementleri oluşturduğunu söylüyordu. Şimdi gözlemler bu teorinin doğru olduğu yönünde.

Haberi “Uzayda altın var” diye gören gazete

Türkiye maalesef böyle konulara o kadar uzak ve dünyadan o adar kopuk ki, LIGO’nun ve bilimsel ortaklarının bulduklarının açıklandığı basın toplantısı tek bir gazetemizde bile birinci sayfada kendine yer bulamadı. Oysa dünyanın bütün ciddi gazetelerinde haber manşetteydi. Sadece birinci sayfalar da değil, pek çok gazetemiz bir haber olarak iç sayfalarında bile bu müthiş gözlemden söz etmemişti, edenlerden biri ise “Uzayda dünya kadar altın oldu” başlığını tercih etmişti. Okuyucunun ilgisini böyle çekeceğini düşünüyordu herhalde.
Hayat kırıklığı yaratmak istemem ama bir kere o ağır elementler için birkaç milyon yıl beklemek gerekecek. Ama o da dert değil; bugün şu anda ışık hızıyla hareket eden bir rokete binsek dahi ‘olay yeri’ne 130 milyon yılda varabiliriz ancak.
Bu da bizi en başa getiriyor: Amerika’nın doğu kıyısında 17 Ağustos sabahı kaydedilen bir gözlem, aslında 130 milyon yıl önce yaşanmış bir olayı haber veriyordu. Ve bundan 130 milyon yıl önce yaşanmış bu çarpışmayı gözlemek için saatler içinde binlerce bilimci dünyanın dört bir yanında harekete geçmişti bile. Türkiye hariç.


(Not: Bu yazıyı yazmak için pek çok kaynaktan yararlandım ama en çok yararlandığım kaynak Nature dergisinin ilgili haberi oldu. Habere bu linkten ulaşabilirsiniz.)

19 Eylül 2017 Salı

Herkeste bir TEOG aydınlanması ki sormayın…

Acaba üçte birlik kesimde mi, üçte ikilik kesimde mi?
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, cuma akşamı katıldığı bir TV mülakatında “TEOG kaldırılacak” deyince, toplumca bir aydınlanma yaşadık.
O gün o saate kadar sekizinci sınıf öğrenci velileri dışında kimsenin gündeminde olmayan, hatta öğrenci velilerinin de henüz düşünmeye başlamadığı TEOG konusunda herkes birden ve hep bir ağızdan Cumhurbaşkanının ne kadar doğru söylediğini dile getirmeye başladı. Hatta buna CHP de dahil.
Cumhurbaşkanı herkese ama galiba en çok da Milli Eğitim Bakanlığına ve bakanına sürpriz yapmıştı. Çünkü Bakanlık, bu söyleşiden ancak üç gün sonra, pazartesi günü “Tamam TEOG’u kaldıralım ama yerine ne koyalım” konulu bir “uzman komisyon” oluşturdu. Oysa Cumhurbaşkanı TEOG’un yerine ne konacağını da düşünmüştü bu arada ve söyledi: “Çok basit, okullar kendi sınavını kendi yapar.”
Olup bitenden iyimser ihtimalle medya üzerinden haberdar olan Başbakan Binali Yıldırım da geride kalmak istemedi, “Herkes istediği okula gidecek” dedi.
Cumhurbaşkanı’nın akıl yürütmesine bakılacak olursa, TEOG’a karşı çıkmasının ana sebebi, bu sınavın çocukları ve aileleri dersanelere yöneltmesiydi.
Oysa Milli Eğitim Bakanlığı’nın planlamasına göre TEOG için bu yıldan başlayarak dersaneye gitme ihtiyacı azalacaktı; çünkü artık sınav açık uçlu soruları da içerir hale geliyordu. Öğrenciler, dersaneye dersleri öğrenmek için değil, test tekniğini ve zaman kullanmayı öğrenmek için gidiyordu esas olarak.
Buraya kadar anlattıklarım, esasen ülkemizin nasıl yönetildiğiyle ilgili sorunlar. Konunun eğitimle ilgisi pek sınırlı.
Oysa meselenin eğitim tarafını da konuşmamız gerek. Bunu konuşamadan yepyeni bir düzene doğru gidiyoruz ve emir yüksek yerden geldiği için de bu gidişi durdurabilecek ya da daha doğru bir yöne doğru yönlendirebilecek gibi de değiliz.
Yine de ümitsizliğe kapılmadan konumuz sadece eğitimmiş başka bir şey değilmiş gibi tartışmaktan vazgeçmemek lazım. Bu yazı, o tartışmaya katkı amacıyla yazılıyor.

13 yaşındaki çocuklarımızın üçte ikisi hayata kaybederek başlıyor

Ben ilkokuldan 1974 yılında mezun oldum. O yıl da devlet parasız yatılı ve bazı devlet okullarına giriş için merkezi sistemle sınav yapılıyordu. (Sadece kolejler için her okulda ayrı ayrı sınav olurdu.) Yani merkezi sınav hep vardı; çünkü merkezi sınava ihtiyaç vardı. Bugün de var.
Nereden kaynaklanıyor bu ihtiyaç? Çok basit bir sebeple: ‘İyi’ eğitim verdiği düşünülen okulların sayısı o iyi eğitimi almak isteyenlerin ihtiyacını karşılayacak kadar değil.
İktisat terimiyle söylersek, iyi eğitime olan talebi karşılayacak bir arz yok. Ben çocukken de yoktu, bugün de yok.
İktisat terimleriyle devam edeyim: Piyasada bir mal veya hizmetin arzı, o mal veya hizmete olan talebi karşılamaya yetmiyorsa önce o mal veya hizmetin fiyatı artar.
Nitekim bugün en iyi eğitimi veren özel okulların fiyatları sahiden astronomik boyutlarda. Örneğin Robert Kolej bu yıl 90 bin lira. Neredeyse 30 bin dolar. (Türkiye’de 30 bin doların satın alma gücünün Amerika’daki 30 bin doların iki katından fazla olduğunu da burada hatırlatmalıyım.)
Tabii iktisat benzetmesi bir yere kadar. Eğitim bir ‘piyasa’ değil; kaldı ki piyasa olsa bile bu piyasadaki en büyük hizmet sunucusu devlet.
O yüzden, özel okulların fiyatları artsa dahi devlet eğitimi bedava tutarak piyasa düzenleyicisi olabiliyor. Ama bir şartla: Devletin okullarındaki eğitim kalitesinin yüksek olması şartıyla. Yoksa kötü eğitime bir talep yok.
Ama iyi ve kötü eğitim, Türkiye’de son derece göreli kavramlar. Çünkü biz, ilk ve ortaokul eğitiminin kalitesini o okulların hangi liseye öğrenci soktuğuyla; liselerin kalitesini ise hangi üniversiteye kaç kişi soktuğuyla ölçmek gibi bir garabet içindeyiz.
Böyle bir garabet içinde olmamızın da bir sebebi var: İster ortaokul olsun ister lise ve ister üniversite… Bir okula girmek, o okulun diplomasını almak için yerine getirilmesi gereken en zor şart. 
Çünkü, okullar açısından, öğrenciye sınıf geçirtmek ve sonunda da mezun etmek, tersi ihtimale, yani sınıfta bırakıp sınıf tekrar etmeye göre çok daha ucuz bir yöntem. Arkadan öyle bir kalabalık geliyor ki, okul o sınıfı tamamen boşaltmak zorunda. Bu, üniversite dahil böyle. Ülkemizde uzun yıllardır kimse sınıfta kalmıyor; çok ama çok istisnai durumlar dışında okullar öğrencileri başarısızlık nedeniyle okuldan atmıyor.
Okula girdiniz ve dört yılı da orada geçirdiniz mi mezun oluyorsunuz. Ortaokul diyor ki, “Ben iyi eğitemedim belki ama lisede toparlarlar.” Lise diyor ki, “Ben yapamadım ama üniversitede toparlar.” Üniversite diyor ki, “Biz yapamadık ama işe girdiğinde şirkette öğrenir.”
Liselere geçiş için bir sınava ihtiyacımızın neden olduğu sorusunu cevaplamaya çalışıyoruz.
Türkiye’nin bütün liseleri iyi eğitim verebiliyor olsaydı, iyi okullara gitmek için bir yarışma da olmazdı. Ama bütün liseler değil sadece bazı liseler iyi eğitim verdiği için, o bazı liselere girmek için öğrenciler arasında bir yarışma oluyor ister istemez.
İşte bu sebeple bir sınava, bir eleme sınavına ihtiyacımız var.
Biraz rakam konuşalım: 
Bu yıl sekizinci sınıfta, yani orta sonda 1 milyon 200 bin öğrenci var. Buna karşılık, en seçkin eğitim veren bazı özel okul ve bazı devlet okullarının(Fen, Sosyal bilimlert liseleri, İstanbul Erkek, Galatasaray, Kabataş, Beşiktaş vs gibi bazı seçkin Anadolu Liseleri) toplam kontenjanı 65-70 bin civarında. Yani en büyük yarış bu 65-70 bin öğrencinin arasına girmek. Buna birinci lig diyelim.
Bir de ikinci lig var; “Türkiye için iyi” diyebileceğimiz liseler. Bunlar, Anadolu Liselerinin bazı seçkin olanları hariç çoğunluğu ile Anadolu İmam Hatip Liseleri. Burada da 300-350 bin civarında kontenjandan söz ediyoruz.
Yani, 1 milyon 200 bin çocuğumuzun üçte birinin kazanabileceği; üçte ikisinin ise hayata kaybetmiş olarak başlayacağı bir düzendeyiz.
13-14 yaşındaki çocukların hangilerinin kaybedeceğini, hangilerinin kazanacağını orman kanunlarına terk etmek istemeyen devlet, çok eski zamandan beri sınav düzenliyor.
Cumhurbaşkanı söyledi diye şimdi TEOG kalktı ama yerine her şart altında kazananla kaybedeni belirleme gücüne sahip bir veya daha çok sınav gelecek.

Merkezi sınavdan kurtulmanın hiç mi yolu yok?

Elbette var. Milli Eğitim Bakanlığı taa 2011’de TEOG’u planlamaya başladığında amaç da buydu zaten; zaman içinde geçiş sınavını anlamsız kılmak.
Peki nasıl olacaktı bu?
Bakanlık, TEOG sayesinde tek tek bütün okulların durumunu öğrenecek, sonra da bu okullar arası eğitim seviyesi farkını kapatmak için aktif olarak devreye girecekti. Hem ortaokullar hem de liseler arasında zaman içinde seviye farkları azalacak; mahallemizdeki okullar (benim çocukluğumda olduğu gibi) yeniden anlamlı hale gelecekti.
Üstelik TEOG olabilecek en masum merkezi sınavdı. Öğrenciler sınava okullarında giriyordu. Sınavda öğrencilere, her dönem girdikleri üç yazılı sınavdan biri merkezi yöntemle yapılıyordu ve toplam 6 dersten ayrı ayrı yapılıyordu sınav.
2014’te Nabi Avcı’nın bakanlığı döneminde TEOG başladı ama bakanlık planladığı şeylerin hiçbirini yapmadı, TEOG’u okulları birbirine eşitlemeye yardımcı olacak bir araç olarak kullanmadı, hatta uzun süre sınavın sayısal analizini bile yapmadı. Yapmadığı gibi çok kıza zamanda TEOG, aynen OKS veya SBS gibi amaç haline gelen bir sınava dönüştü; veliler yeniden dersanelerin kapısına dayandı.
Üstelik TEOG’dan önceki sınavlara sadece iyi okullara gidebileceğini düşünen öğrenciler giriyordu ama TEOG’a herkes girmek zorunda olduğu için az önce söylediğim üçte birlik kazanan, üçte ikilik kaybeden kitlesi oluştu.
2003, 2002 ve 2001 doğumlu çocuklarımızın üçte ikisi hayatlarına kaybedenler olarak başladılar. Umarım hiç değilse bazıları sonradan ‘kazanıyorum’ duygusuna gelir.
Tekrar başa döneyim: Merkezi sınavdan kurtulmanın elbette bir yolu var. O yol, liselerimiz arasındaki seviye farklarını gidermekten geçiyor. Yani eşitlikçi eğitimden.
Bunu yapmak için de sınava veya derslik yapmaya değil, eğitimin kendisine, eğitimin içeriğine ve öğretmenlerimizin kalitesine yoğunlaşmamız lazım.
Ak Parti dahil siyasi iktidarların kaytardığı nokta tam da burası. Hükümet kolayca ‘Kanal İstanbul’ diye bir vaatte bulunuyor, çünkü parayı bulursa bu vaadini gerçekleştirebileceğini biliyor. Ama aynı hükümet, “Türkiye’nin bütün liseleri Ankara Fen Lisesi veya Ankara Sosyal Bilimler Lisesi kalitesine gelecek” diye bir vaatte bulunmuyor; çünkü bunu gerçekleştiremenin Karadeniz’den Marmara’ya bir kanal açmaktan kat be kat daha zor olduğunu görüyor. Oysa esas ihtiyaç bu.
Eğitim öyle bir alan ki, Türk usulü ‘Sefalette eşitlik’ burada geçerli değil. Koca ülkede bir tane Ankara Fen Lisesi, bir tane Robert Kolej olması yetiyor; birden bire iyi eğitime olağanüstü bir talep doğuyor.
Şimdi TEOG kalktı. Yerine ister istemez bir başka şey gelecek. Umalım ki, gelen gideni aratmasın. Ama şunu unutmayın: Amacı öğrencileri elemek olan sistemlerin hiçbiri mükemmel olamaz, hatta ‘iyi’ bile olamaz; en fazla adil olur.

Mesele o elemeye ihtiyaç duyurmayacak eğitim kalitesini herkese sunmak. Bu olana kadar biz sınavları konuşmaya devam ederiz.

15 Ağustos 2017 Salı

Gazeteler bilgi yerine lakırdılardan oluşunca...

Çok merak ediyorum; Anadolu Grubu’nun sahip ve yöneticileri, iki-üç gündür gazetelere bakıp ne düşünüyor?
Merakımın sebebi şu: Grup, yıllardır süren yatırımlarının önemli bir aşamasına birkaç gün önce geldi, Isparta’da kurulan bir meyvesuyu fabrikası, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın katılımıyla açıldı.
Bu açılış için, sadece Cumhurbaşkanı ve heyeti uçaklarına helikopterlerine binip Isparta’ya gelmekle kalmadı; mesela Muhtar Kent taa Amerika Atlanta’dan bir günlüğüne buraya geldi. İstanbul’dan da bir uçak dolusu gazeteci/köşe yazarı bu açılış için davet edildi.
Açılış töreni, Cumhurbaşkanı konuştuğu için canlı yayınlandı; Cumhurbaşkanı’nın daha çok siyasete ve teröre ilişkin sözleri ertesi gün bütün gazetelerin birinci sayfasında, manşetlerindeydi. Isparta’da açılan fabrika ise kendine ekonomi sayfalarında yer bulmuştu.
Sosyal medyanın ve kimi köşe yazarlarının gündemi, yıllardır Coca Cola’yı boykot eden siyasi hareketin lideri olan Erdoğan’ın bu logonun önünde verdiği fotoğraftı. Fabrikayı kuran ve Coca Cola’nın en büyük şişelemecisi olan Anadolu Grubu bile savunmadaydı, “Bizim Filistin’de tam dört fabrikamız var, orada istihdam sağlıyoruz” diyorlardı.
Hadi birinci gün böyle geçti, ya sonra? Sonrasında da benzer lakırdılar, Muhtar Kent’in ne önemli insan olduğu, grubun yatırımlarının ne güzel olduğu ile ilgili birkaç yazı.
El insaf. Bunca masrafa, bunca şaşaya rağmen Isparta’daki fabrikaya ulaşan yoldan, o uğurda yapılanlardan ve bu yapılanların da Türkiye için belki de bir kurtuluş çaresi olduğundan söz eden tek kişi yok. Oysa bu tanıtım için Anadolu Grubu kim bilir kaç para harcadı, grubun patron ve yöneticileri kim bilir kaçar saatlerini bu uğurda kaybettiler…
Meselenin özü şu… Türkiye tarımı ciddi bir çöküşte. Bu çöküşün sebeplerine girerek çıkamayız, ansiklopediler yazmak gerekir ama güncel durumu veri kabul edip şunu söylemeliyiz: Daha düne kadar nüfusumuzun yüzde 30’u tarımda yaşar ve tarımdan geçinirken bugün ancak yüzde 10’umuz tarımda.
Böyle olunca, zaten bölük pörçük durumda olan ve verimi bu yüzden düşük olan tarımsal arazilerimizde verimimiz iyice düştü.
Ama tarım arazilerinin boşalmaya başlaması başka bir dönüşümü başlattı. Anadolu Grubu bu dönüşümün en büyük aktörlerinden biri.
Milyonlarca fidan böyle dikildi.
Şu ana kadar 3.5 milyon, evet 3.5 milyon meyve ağacı dikti grup ve bu ağaçlar artık meyve vermeye başladığı için de meyvesuyu fabrikası devreye girdi.
Grup toplam ağaç sayısını 7 milyona çıkartacak.
7 milyon ağaç, dile kolay. Bu ağaçlar yeni tür, Anadolu’da ‘bodur’ tabir edilen ağaçlar ve ‘süper intensif’ denen yöntemle dikiliyorlar. Aslında dekar başına (dönüm) 165-185 ağaç dikiliyor ama hesaplamakta kolaylık olsun diye gelin biz 200 ağaç diyelim. 7 milyon ağaç için gereken arazi 350 bin dekar eder. Buna su depolarını, ara yolları, şunları bunları eklediğinizde 360-370 bin dekara kadar çıkarsınız.
Memleket büyüklüğünde. Ve bu sadece bir grubun yatırımı.
Anadoluyu, özellikle de Batı Anadoluyu gezerseniz, bu modern meyve bahçelerinin nasıl bir hızla kurulmakta olduğunu görürsünüz. Bu modern bahçelerden elde edilen verim ve sermaye dönüş hızını gazeteler sizin için hesaplasa, tarıma dönmenin, şehirde işi gücü bırakıp tarım yapmaya başlamanın gerçekte ne kadar anlamlı olduğu da ortaya çıkar.
Ama gazetelerimiz bilgi vermek yerine saçma gündelik polemiklerle vakit geçirmeyi tercih ettiği için, Türk tarımının ve Türk meyveciliğinin gerçek sorunlarını da öğrenemez; bizim meyvelerimizdeki şeker oranının, onlarca Ziraat Fakültemize rağmen, neden düşük olduğu, avuç içi kadar İsrail’de ise neden daha yüksek olduğunu sorgulayamazsınız.
Hele hele Anadolu Grubu’nun milyonlarca portakal ağacı dikmek için önce Türk bilim insanlarına güvenme yanlışına düştüğünü ama sonra İspanya’dan gencecik bir adama bu koca operasyonu nasıl teslim edip başarıyı yakaladığını öğrenseniz, Allah bilir gazetelere olan saygınız artar ama hayır, gazeteler bu güzel öyküler yerine Erdoğan-CocaCola lakırdısına yer verir.

Acaba Anadolu Grubu yöneticileri ve patronları ne düşünüyor?

Murat'cım, 'Üzülme bu zaman da geçer' diyeceğim ama ömrümüz de geçiyor...

İnsan, arkadaşı hapse girerken ne düşünür?
Şu sıralar hapiste arkadaşım dediğim çok insan var. Enis Berberoğlu, Murat Sabuncu, Kadri Gürsel, Ahmet Şık, Şahin Alpay… Şimdi bu listeye bir de Murat Çelikkan eklendi.
Murat, dayanışma için Özgür Gündem gazetesine bir günlüğüne genel yayın müdürlüğü yaptı. 18 ay hapis yatacak.
Murat’ın karakteri böyledir, fazla gürültücü bir insan değildir. Sessiz sedasız yargılandı, sessiz sedasız mahkum oldu. Sessiz sedasız hapse gitti.
Düşünüyorum da, galiba ben Murat’ın bırakın bağırmayı, yüksek sesle konuştuğuna bile pek tanık olmadım.
Oysa Murat, sadece gazeteci değil, bir insan hakları aktivisti. Hatırlıyorum, rahmetli Emil Galip Sandalcı ile birlikte İnsan Hakları Derneği’ni ilk kurdukları zamanı. Murat, arı gibi çalışıyordu o 12 Eylül döneminin İHD’sinde.
“Herkesin insan haklarıyla mı ilgileneceksiniz, belli grupların mı” sorusuna, “Elbette herkesin” diye cevap veriyordu. Sonra, İHD, sadece bazılarının insan haklarıyla ilgilenilmesini isteyenlerce bir yerde ele geçirildi, Murat ayrıldı, ama kavgalı ayrılmadı, dernekle gönül bağı devam ediyordu, hatta bazı işlerinde yardım da ediyordu ama yönetimin parçası olmak istemiyordu.
Hoplaya zıplaya yazıyorum, duygusallığıma verin. Radikal’de birlikte çalışalım çok istedim; o da geldi. Hem Radikal İki’ye hem de Cumartesi’ye verdiği katkı, gazetenin bazı yazı dizilerine verdiği katkı, kolay kolay başkaları tarafından sağlanabilir şeyler değildi.
Ama diyorum ya Murat sessiz bir adam. Kendini öne çıkartmaktan hoşlanmaz, görünür olmamayı tercih eder hep.
Gazetecilik gibi yüksek ego mesleğinde, kavgalı gürültülü çalışma ortamlarında bazen döner Murat’a bakardım. Yüzünde o gülümsemesi, bağırış çağırış tartışmaları izlerdi, lafa karışacağı zaman kendi egosunu tatmin için değil, gerçekten söyleyecek bir şeyi olduğu için konuşurdu.
Bu ülkede ifade özgürlüğünün bir sarkaç misali bir o yana ama çoğunlukla öbür yana doğru sallandığını yıllardır söyler dururum.
Bazen, tarihimizde istisna saymamamız gerekecek kadar az süreler boyunca, o sarkaç özgürlükten yana sallanır. O zaman hepimiz rahat ederiz, ifade özgürlüğünün tadına varırız, hapishaneler boşalır.
Sonra ama devlet yeniden ağır basar, sarkaç yön değiştirir ve düne kadar sıradan olan şeyleri yapmak hapse girmeyi gerektiren suça dönüşür.
Özgür Gündem’i alın…
Bu gazetenin PKK’nın yayın organı olduğundan kendi adıma hiçbir kuşkum yok. Ama bu gazete, ülkemiz yasalarıyla yayınlanan bir gazete. OHAL Kararnamesiyle kapatıldığı güne kadar da, o yasalar çerçevesinde yayın yaptı.
Basınla ilgili yasalarımızın gazetelerin yaptığı yayınlardan kimi ne ölçüde sorumlu tuttuğu belli. Yazanın imzası, o yoksa Sorumlu Yazıişleri Müdürü, suçun ağırlığına göre imtiyaz sahibi vs.
Bu sıralananlar arasında, yasalarımıza göre bir ‘hukuki statü’ olmayan Genel Yayın Müdürü yok. Kaldı ki Murat zaten Genel Yayın Müdürü de değil; bir günlüğüne, sırf gazeteyle dayanışma için o görevi yapmış bir isim. (Başka pek çok isim gibi.)
Ama Özgür Gündem’le o dayanışma içinde olanlar devletimizin özel olarak hedefi yapıldılar. Aslında yasalarımızda olmayan bir suçla, ‘PKK’nın yayın organıyla dayanışma içinde olma’ suçuyla yargılandılar ve teker teker mahkum ediliyorlar. Çünkü sarkaç öteki tarafa döndü; çünkü PKK ile müzakereler bir kez daha silahsız bir masadan silahlı ortama kaydı.

Yanında değildim ama tahmin etmem zor değil; yüzünde yine o gülümsemeyle gittin hapse Murat’cım. “Üzülme bu zamanlar da geçer” diyeceğim ama biz de yaşlandık artık; o zamanlar geçerken bizim de zamanımız geçiyor, gençliğimiz gitti, şimdi orta yaşlarımız gidiyor.

16 Haziran 2017 Cuma

Bitmeyen arayış: Adalet

Kemal Kılıçdaroğlu'nun yürüyüşü ve adalet özlemi bir ilk.
1908'de İkinci Meşrutiyet ilan edildiğinde Osmanlı çoğrafyasının dört bir yanında büyük bir heyecan dalgası esmişti.
Samsun'dan Konya'ya, İzmir'den İzmit'e, İstanbul'dan Selanik'e, Şam ve Kudüs'ten Bursa'ya kadar her yerde halk sokaklara dökülmüş, özgürlüğün gelişini büyük sevinç gösterileriyle kutlamıştı.
Bu kutlamalar sırasında yaygın bazı sloganlar dikkat çekiyordu. Bunlar içinde en yaygını, 'Özgürlük-Eşitlik-Kardeşlik-Adalet' sloganıydı.
Osmanlı Türkçesi ve Ermenice "Özgürlük-Eşitlik-Kardeşlik-Adalet"
Biliyorsunuz, 'Özgürlük-Eşitlik-Kardeşlik' Fransız Devrimi'nin sloganı ve sembolüdür. Esasen bütün 'modernist felsefe'nin özeti de bu sloganda yer alır. Fakat buradaki üç temel unsur belli ki Osmanlı çoğrafyasında yaşayanlara yetmemiştir, o yüzden bu üçlünün yanına 'Adalet'i de eklemiştir halk.
Yaşadığımız coğrafyanın başlıca sorunu, sahibi olduğumuz devletin biz vatandaşına bir türlü sunamadığı şeyin adıdır adalet.
Mülk, adaletin sahibidir
Bizde adalet hep kuvvetliden yana olmuş, hukuk düzeni esas koruması gereken güçsüzleri ve dezavantajlıları hiçbir zaman korumamıştır. Devlete sahip olan, esasen adalet dağıtma tekeline de sahip olmuştur. Her mahkeme salonunda yazan “Adalet Mülkün Temeldir” sloganı fiiliyatta “Mülk, yani devlet adaletin sahibidir”e dönüşmüş durumda anlayacağınız.
Türkiye'nin modern tarihine damgasını vurmuş iki siyasi parti; Adalet Partisi ve Adalet ve Kalkınma Partisi'nin adında 'adalet' kelimesinin yer alması hiç de tesadüf değil.
Resmi ideolojinin ve bu ideolojinin uygulayıcısı olan yargı organlarının mağduru kesimleri temsil iddiasındaki bu iki parti, o yargıya olan tepkilerini duyurma ve daha da önemlisi vatandaş açısından da önemli bir mesele olan adalet eksikliğini giderme iddiasıyla bu kelimeyi kullandılar isimlerinde.
İsimlerinde vaat ettikleri 'adalet'i ne kadar sağladıkları tartışması uzun uzun yapılabilir. Ben kısa yoldan gideceğim: Adalet Partisi başarılı olasaydı Adalet ve Kalkınma Partisi'nin adı başka bir şey olurdu. Adalet ve Kalkınma Partisi bu temel vaadini yerine getirebilmiş olsaydı, bugün Cumhurtiyet Halk Partisi'nin Genel Başkanı Ankara'dan İstanbul'a doğru yürümüyor olurdu.
CHP ilk kez adalet arıyor
CHP Genel Başkanını, İstanbul'a doğru yürüyüşü boyunca elinde üzerinde tek kelime yazılı bir pankart taşıyacak. Pankartta 'adalet' yazıyor. Hem de küçük harfle.
Burada, adalet meselesinin tarihi bağlamı içinde ilginç olan şey, CHP'nin adında 'adalet' kelimesi olan bir partinin iktidarının Türkiye'de oluşturduğu 'adaletsiz ortam'dan şikayetçi olması.
Üstelik, eğer taa İttihat Terakki'den CHP'ye bir süreklilik varsa ve bu siyasi sürekliliğin toplum tabanında bir karşılığı da varsa, bir ilkden söz ediyoruz CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun yürüyüşünde. Bu kesim, ilk kez 'adalet' arıyor.
Geçmişte hep adaletsizliğin sebebi olarak İT-CHP sürekliliği gösterilirdi. Adaletsizlikten şikayet eden kesim ise bugün Adalet ve Kalkınma Partisi'nde kendini bulan kesimdi. O kesimin de Demokrat Parti'den Adalet Partisi'ne ve oradan da ANAP-DYP ikilisine doğru bir süreklilikten geldiğini unutmayalım.
Devlet el değiştirince yargı da el değiştirdi
Ne oldu da her şey ters yüz oldu?
Sorunun cevabı, Ak Parti'nin 14 yıldır devam eden iktidarında, özellikle 17-25 Aralık sonrası adli yargıda yaşanmaya başlayan olağanüstülükte ve elbette 15 Temmuz darbe girişimi sonrasının 'olağanüstü dönem yargısı'nda yatıyor.
Anayasanın eski hali veya yeni hali çok farketmez. 12 Eylül Anayasasını yazanların yargıyla ilgili düzenlemesi, elbette 27 Mayıs 1960 darbesi sonrası kurulan ve resmi ideolojinin koruyuculuğunu kendine bir numaralı görev edinmiş 'bağımsız' yargının bu ideolojik hegemonyasını koruması için yapılmış bir düzenlemeydi. Ama bu anayasal kuralların bir büyük sorunu vardı: Herhangi bir siyasi partinin çok uzun süre tek başına iktidar olamayacağı varsayımına dayanıyordu.
2010'da Anayasa değişikliğini savunanların kaçı bugün pişman?
Oysa Ak Parti bu varsayımı yıktı, dört kez üst üste genel seçimden tek başına iktidar olmasını sağlayacak bir Meclis çoğunluğuyla çıktı parti. Tek başına bu durum bile Ak Parti'nin zaman içinde yargı üzerinde mutlak tahakküm kurmasına yeterdi ama Ak Parti, FETÖ'nün de bastırmasıyla 2010 yılında Anayasa değişikliği yapıp hem HSYK'nın yapısıyla oynadı hem de yüksek yargıya üye olma şartlarını gevşeterek Yargıtay'da hakimiyet kurmak istedi.
Tabii, 2010 sonrası Ak Parti'nin kendisi de gördü, yargıda hakim olan Ak Parti değil cemaatti. 15 Temmuz sonrası bu durum da değişti; yargıda büyük bir cemaat temizliği yapıldı, yerine de sorgusuz sualsiz Ak Parti destekçileri geldi.
İşte bugün CHP'nin hayli gecikmeli olarak çıktığı adalet yürüyüşünün arka planında bu var.
Ümit bu ya...
Hakkını yemeyelim, CHP'nin adaletle ilgili şikayetleri Ergenekon ve Balyoz davalarıyla başladı ama o zamanlar bu şikayetler bugünkü gibi Ankara'dan İstanbul'a yürümeyi gerektirecek kadar büyük değildi anlaşılan. Veya bıçağın kemiğe dayanmasına kadar bekledi; son olarak Enis Berberoğlu hakkında verilen sahiden tuhaf karar, CHP için bardağı taşırdı.
Ne olmuş olursa olsun, adaletsizlikten CHP'nin de yakınmaya başlamış olması belki de bu ülke için çok ama çok olumlu bir gelişmedir.
Benim çok fazla ümidim yok ama kim bilir, adalet konusunun siyasi avantaj sağlamaya yarayan bir slogan olmaktan çıkmasına ve siyasi ihtiraslar/çıkarlar bir yana bırakılıp bir uzlaşma oluşmasına giden yol açılır belki de bu yürüyüşten sonra.
Ümit fakirin ekmeği.



3 Haziran 2017 Cumartesi

Zeytin Yasası: Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek

Kim bilir kaç yüz yaşında bir zeytin ağacı.
Meclis'te, kamuoyunun 'Zeytin Kanunu' diye bildiği bir yasa tasarısı görüşülüyor. Tasarının ilk halinde, Türkiye'de tarım arazileri içinde özel bir statüyle, hatta kanunla korunan zeytinlikler için yeni bir düzenleme getiriliyor ve tapuda zeytinlik olarak gözüken arazilere konut, turizm tesisi ve sanayi tesisi yapılabilmesinin önü açılıyordu.
Bekleneceği gibi sadece zeytinciler değil bütün kamuoyu bu tasarıya tepki gösterdi ve sonunda Meclis Komisyonundaki görüşmelerde geçen gün gazetelerde 'Zeytinlikler kurtuldu' diye başlıkların çıkmasına neden olan değişiklik yapıldı. Oysa zeytinlikler kurtulmuş falan değil.
Değişen şu: Tasarıdan 'konut ve turizm alanı' ifadeleri çıkarıldı ama 'sanayi' ifadesi kaldı.
Aylar önce bu tasarıyla ilgili ilk tartışmalar başladığında bir bakan, “Sanayi Türkiye'nin Batısında, zeytin alanları da burada. Sanayiciler arazi sıkıntısı çekiyor, yeni sanayi bölgeleri yaratamıyoruz, çünkü arazi yok” demişti.
Yani zaten en başta amaç konut veya turizm alanı yaratmak değil sanayi alanı yaratmaktı. Şimdi kanunun bu şekilde değişmiş olması zeytin alanlarının kurtarılması anlamına gelmiyor; sadece daha beterinden kurtulduk ama şimdilik.
Zeytin alanlarıyla ilgili tartışma, daha ziyade çevreci bir tartışma gibi duruyor ve yapılıyor. Meselenin çevre koruma boyutunu gözardı etmemek gerek elbette ama bana göre esas tartışma zeytini de, sanayi politikasını da, arazi rantı kaygılarını da aşan, son derece ciddi bir tartışma.
Birinci boyut, Türkiye'de değişen demografik dengeyle ilgili. Artık nüfusumuzun yüzde 90'a varan bir kısmı şehir ve şehir benzeri yerleşimlerde yaşıyor; geçimini ve geleceğini buralarda arıyor. Kalan yüzde 10 ise kırsal alanlarda, köylerde yaşıyor ve geleceğini tarımda aramaya devam ediyor.
Tarım alanları boş kaldıkça Türkiye'nin tarım üretimi düşüyor.
Eğer Türkiye bu yüzde 10 nüfusla eskisi kadar ve hatta daha fazla tarımsal üretim yapmayı başarırsa, bu tabii müthiş olur. Ama benim subjektif gözlemim, terk edilenin sadece köyler olmadığı, tarımsal üretim alanlarının da terk edilmekte olduğu. Buna bakımsız zeytinlikler de dahil. Tarım konusu öyle kenara atılacak bir konu değil. Türkiye'nin tarımsal ürün ithalatının düzenli biçimde arttığına dikkatinizi çekmek isterim. Yani artık eskisi kadar üretmiyoruz.
Türkiye'nin tarımda verimlilik ve ölçek üretimi meselesini ciddi ciddi düşünmesinde ve tahıldan meyve sebzeye, et ürünlerinden süt ürünlerine dek artan ithalatını azaltmaya çalışıp tersine ihracatçı olmak için çalışmasında fayda var.
Yoksa, boşalan tarım alanlarına arazi rantı olarak bakanlara meydan kalır. Ki şu anki durum sanki bu.
İkinci önemli boyut, Türkiye'de nüfusun Batıya, Egeye doğru yığılmasına dair. Gerçekten de nüfusumuzun ezici çoğunluğu, Ankara hizasından geçecek dikey çizginin Batısında kalıyor. Bunu Türkiye'nin dengeleyebilmesi, Doğuya göçü teşvik edici hareketlerde bulunması gerekiyor. O teşvikin de sanayiden geçtiğini söylemem gerek.
Ülkenin Batısının bu denli kalabalık, buna karşılık geri kalan bölümünün bu kadar tenha olmasını normal karşılayamayız.
Türkiye'nin bir zamanlar 'Beş Bursa- Beş yeni sanayi kenti yaratmak' gibi projeleri vardı. Ne oldu onlara? Yeni istihdam alanları yaratılırsa, bugün Egeye göçenler yarın Doğu Anadoluya da göçebilirler, unutmayın.
Üçüncü boyut, zeytin başta olmak üzere meyve bahçesi tarımıyla ilgili. Zeytin, bütün çağrıştırdığı romantik duyguların yanısıra ülkemizde önemli bir iktisadi faaliyet alanı. Türkiye dünyanın önemli zeytin yağı üreticilerinden biri.
Bizim zeytin ve zeytin yağındaki katma değerimizi arttırmaktan, yağımızı İtalya değilse bile Yunanistan ve İspanya kalitesine getirmeye çalışmaktan söz etmemiz, ihracat pazarlarımızı milyar dolarlar seviyesine getirmemizi konuşmamız gerekirken, sanayiye (veya konut ve turizme) alan açmak için zeytinlikleri kesmeyi konuşmamız çok tuhaf.
Zeytin kanunumuz, başka pek çok kanun ve kuralımız gibi vur deyince öldüren cinsten bir kanun. Eski ve hem ürün hem de iktisadi olarak verimsiz zeytinliklerin modern bahçelere dönüştürülmesine de engel bu kanun.
Modern zeytinlik böyle bir şey. Daha küçük ama daha sık dikilmiş ağaçlar. 
Modern bahçecilik yöntemleriyle sadece zeytinde değil, bademden cevize, elmadan şeftaliye, kayısıdan eriğe bütün meyve üretimimizde çok daha yüksek verim seviyelerine gelmek, çok daha düşük maliyetlere inmek ve bu tarımsal üretimle daha önce hayal edilemeyen cinsten katma değerler yaratmak mümkün ve bunu yapanlar şimdiden yapıyorlar bile.
Ve son olarak, üzerinde zeytin ağacı olan arazinin sıradan bir tarım arazisine göre fiyatının çok daha yüksek olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu denli pahalı arazilerin sanayiciler için çekici olma, o paraya satınalınacak bir arazide yapılacak faaliyetin kazançlı olma ihtimali çok da yüksek değil.
Türkiye'nin Doğusunda, daha doğrusu Ankara'nın doğusunda ulaşım imkanları çok düzeltilmiş özel sanayi bölgeleri kurmak, hem buralardaki ucuz araziyi değerlendirmenin hem de nüfusun Batıya yönelmesi sorununun çözümü olabilir.

Bakanlarımız keşke 'Zeytini koruyalım' diyen şarkıcı Tarkan'la polemik yapmaya harcayacakları enerjiyi bu çeşit projelere harcasalar.   

1 Haziran 2017 Perşembe

Türkiye, 'hukuk devleti' değil 'suç devleti'

Sabah güne Kuruçeşme'deki bu yıkım haberiyle başladık.
İstanbul'da Boğazın Avrupa yakasında yaşayanlar güne yeni bir yıkım haberiyle başladılar. Bu kez Kuruçeşme'de, civarda yaşayan herkesin nasıl olup da inşa edilebildiğini merak ettiği bir ofis kompleksiydi yıkılan.
Geçen hafta da aynı bölgede önce Reina, ardından da Galatasaray Adasında yıkımlar yapılmış, belediyenin iş makineleri binaları kullanılmaz hale getirmişti.
İstanbul'da, üstelik de Boğaz kıyısında ansızın başlayan bu yasa uygulama hareketini nasıl görmeliyiz? “Nihayet yasalar uygulanıyor” diye sevinmeli miyiz, yoksa şüpheye mi kapılmalıyız?
İsteyen meseleye istediği taraftan bakacaktır elbette; bina sahipleri yıkımın yasa dışı olduğunu ve haber verilmeden sabahın erken saatlerinde yapıldığını söyleyip mağdur olduklarını ilan edecek, başkaları ise tam tersini düşünecektir.
İstanbul'da son bir haftada ansızın başlayan 'yasa uygulama' hareketleri, aslında bu ülkenin yönetim sistemi hakkında hepimize bir fikir, fikirden de öte aslında mesaj veriyor.
Britanya için şaka, Türkiye için gerçek
Yıllar önce okumuştum, Britanya kökenli bir ünlü siyaset bilimci, şaka olsun diye bir siyaset bilimi kavramı uydurmuştu. Bu şakaya göre ülkelerin yönetim biçimleri ikiye ayrılıyordu: Hukuk devletleri ve suç devletleri.
Siyaset biliminde “Rule by law” yani bizim 'hukuk devleti' dediğimiz yöntemlerle yönetilen ülkelerde, hukuk son derece netti ve hukuka uymamanın mutlaka bir bedeli vardı, yani kanunlar da uygulanıyordu.
Bu siyaset bilimcinin şakasında geçen “Rule by guilt” yani 'suç devleti'nde ise, yine kanunlar vardı ama o kadar da net değildi bu kanunlar, uygulayıcılara bazen çok geniş bazen daha az geniş ama mutlaka bir yorumlama alanı bırakıyordu. Bu ülkelerde, uygulayıcılar, vatandaşların bazen çok büyük bazen de daha küçük ölçülerde kanunun bu yorum alanının bıraktığı gri alanlarda yaşamalarını sağlıyordu.
Böylece yöneticiler, sürekli suç sınırları içinde tuttukları vatandaşları bir çeşit şantaj dengesiyle yönetiyor, en azından kendi yöneticiliklerinin devamını sağlıyorlardı.
Minicik lojmandan dev ofis kompleksine
Tekrar dönelim Kuruçeşme'deki son yıkıma...
Burada yıkılan binaların yerinde eskiden bir kamu kurumuna ait lojman tipi küçük iki bina vardı. İki-üç katlı ve taş çatlasa 100 metrekare taban alana oturan bu binalar, devlet tarafından satıldı. Satınalan kişi buraya iddialı bir mimari proje yaptırdı ve inşaata başladı.
İki küçük binanın yerine yapılan dev ofis
Daha inşaata başlandığında benim gibi amatör gözler için bile, varolan binalara göre çok daha büyük bir binanın yapılmakta olduğu, eskiden iki ayrı yapı olan binaların tek bir büyük bloka dönüşmekte olduğu ve bütün bunların da Boğaziçi Kanunu'na aykırı olduğu ayan beyan ortadaydı. Ama inşaat, tartışmalara ve hatta açılan davalara rağmen devam etti, bir süre dursa bile nihayetinde tamamlandı ve binalar kullanılmaya başlandı.
Allah için şık ve güzel mimarili binalardı bunlar ama kaçaktı işte.
Dün yıkımın uygulanmasıyla birlikte öğreniyoruz ki, yıkım kararı aslında 7 yıl önce alınmış. Daha ilk günden itibaren hukuken sorunlu olan bu binaların bugüne kadar nasıl durduğunu boşuna merak etmeyin. Britanyalı siyaset bilimcinin şaka diye söylediği 'suç devleti' bizim gündelik gerçeğimizdir. Binaların sahibi ortada bir suç olduğunu bilir. Kanunun uygulayıcısı Belediye bunu bilir. Biraz merak edecek kiracılar da bunu bilir. Ama hayat devam eder. Bina yapılır, ruhsatlandırılır, kiraya verilir. Koca koca uluslararası şiketler buraya kiracı olur.
Sonra bir gün, belediye ansızın kanunu uygulamaya karar verir; ortalığı feryat figan sarar.
'Suç devleti' tam da budur: Sizi suçta yaşatır, o sayede sizi yönetir, canı istediği zaman da sizi suçlu ilan ediverir. Siz de bu düzene ayak uydurur, hatta suçta yaşamaya gönüllü olursunuz, 'Ona yaptı bana da yapsın' der suçlulukta eşitlik talep edersiniz ve bu şartlarda yönetilmeyi, bu şartlarda yaşamayı benimsersiniz.
Çocukluğumun Lido'su.
Lido'nun havuzundan Reina'ya...
Mesela Reina...
Lido böyle bir yerdi, Reina oldu
Benim çocukluğumda burası 'Lido' isimli bir yazlık mekandı. Cadde tarafında mütevazı bir bina vardı, denize bakan kocaman bahçede ise bir büyük havuz ve havuzun etrafında güneşlenme alanları dahil yerler.
O havuz ve kocaman bahçedeki yapılaşma dün sabah yapıldı da bugün orası yıkıldı değil. Yıllardır o bahçede iki katlı yapılar var. Ama kanunu uygulamak bugüne kısmetmiş.
Ne tuhaf memleket: İnşaata ruhsat vermeyen de belediye, ruhsatsız yapılmış binaya işletme ruhsatı veren de belediye.
Galatasaray Adasına da bakalım.
Taa 1979 yılında, gazeteci olarak yazdığım ilk imzalı haberlerden biriydi, Galatasaray Adası hakkında alınan yıkım kararı.
Adayı karşınıza alın bakın: Tam ortada kalan kısım 'ada'dır; iki yana uzanan bölümler ise denizin üzerine kazıklar çakılarak yapılmış 'havuz'lar.
Galatasaray Adası kömür deposuyken.
Galatasaray Kulübü önce adanın bir tarafına denizin üstünde betondan bir çerçevesi olan havuz yapmış. Yani havuzun suyu aslında denizin suyu, sadece denizin etrafını diyelim dubalarla çevireceklerine beton kazıklar ve üstünde yürünebilir, hatta güneşlenilebilir genişlikte betondan bir çerçeve yapmışlar.
Adaya talep artıp o deniz-havuzun etrafında oturulacak yer kalmayınca bu kez adanın öteki ucuna da benzer bir havuzu konduruvermiş Galatasaray.
Galatasaray Adası: İki yana havuzlar eklenmiş.
1979'daki yıkım kararı bu havuzlarla ilgiliydi. Benim haberim Cumhuriyet'in spor sayfasında çıkınca, gazetenin hepsi de Galatasaray Lisesi mezunu yöneticilerinden “Bu bizden habersiz nasıl çıkar” serzenişleriyle fırçalar yemişliğim var. Mektebi Sultani kimliğinin başka bütün her şeyden önce geldiğini bu yolla öğrenmiştim.
Neyse, Cumhuriyet'in içinde bile bu habere böyle bir tepki olduğuna göre kolayca tahmin ettiniz, bu yıkım kararı elbette uygulanmadı. Uygulanmadığı yetmezmiş gibi bundan bir süre önce ada kulüp tarafından Reina'nın da işletmecisi olan şirkete kiraya verildi.
Denizin tapusu mu var?
Galatasaray Adası: Havuzun üstü kapanıyor.
Galatasaray Adası: Yıkımdan öncesi son hali.
Karadan, Kuruçeşme sahilinden baktığınızda sol taraftaki 'havuz'un üstüne bir gün bir nevi çadır yerleştirildiğini gördüm. Tesadüfen çadırı oraya yerleştiren reklam şirketi tanıdık çıktı, sahibine 'Ne yapıyorsunuz' diye sordum, bir ürün lansmanı yapılacakmış, “Bir gecelik bir şey o” cevabını aldım. Sahiden de o gece gürültülü biçimde ürün lansmanı yapıldı, ertesi gün de çadır gitti. Ama birkaç ay sonra bir baktım, o havuzun üzeri bir inşaatla kapatılıyordu. Yıllarca denizin üstüne çakılan kazıklarla yapılan o 'havuz' o işletmeciye kapalı mekan olarak para kazandırdı, orada düğünler yapıldı, şirket lansmanları yapıldı, gece eğlenceleri düzenledi. Denizin üzerinde oldu bütün bunlar. Bir anlamda deniz doldurulmuş ve doldurulan alan tapulu mal muamelesi görürü olmuştu.
İlginçtir, belediye gelip yıkım yaptığında havuzun üstünü kapatan malzemeyi yıktı ama havuz hala yerinde duruyor ve herhalde havuz filan da değil, denizin üstünde bir platform hala var. O deniz kime ait? Denizi parselleyip sattık mı?
Orman ama bina ormanı
Benim için 'suç devleti'nin en çarpıcı örneklerinden biri İstanbul'daki Acarkent isimli devasa sitedir.
Burası orman alanıdır ve ülkemizdeki az sayıda özel ormandan biridir.
Şimdi uzun uzun hukuki ayrıntısına girmeyeceğim, hem orman olarak tescil edilmiş, yani Anayasa koruması altında olan ama hem de özel kişilerin tapulu malı olan sahiden az sayıda arazi var. Bu araziler özel bir kanuna tabi.
Acarkent bina ormanı.
Bu kanuna göre, arazinin belli bir yüzdesini (yüzde 15) geçmemek şartıyla ev yapılabiliyor. Kanun koyucu, “Özel kişiler oraya ev yaparlarsa ormanı da korurlar” diye düşünmüş, bunu kanun gerekçesine de yazmış.
Peki ama bu yüzde 15 nedir?
Bu soruya kanun net cevap vermiyor. Geniş bir yorum alanı var.
Birinci yorum alanı şununla ilgili: Bu yüzde 15 evin toplam büyüklüğü müdür, yoksa taban alanının büyüklüğü mü?
Fark şu: Eğer inşaat iznini verecek belediye bunu 'taban alanı' diye yorumlar ve mesela iki kata izin verirse, yüzde 15 olur size yüzde 30. Üç kat derse yüzde 45'e çıkar. Hele bir de arazide kot farkı varsa, yüzde 60'a kadar çıkabilir.
Yorum alanı bununla da sınırlı değil. Bu evlere gidecek yollar, bu evler için yapılacak sosyal tesisler, bekçi kulübeleri, otopark alanları, havuzlar vs bu yüzde 15'e dahil mi, değil mi?
Acarkent yapılırken Belediye iki yorum alanını da müteahhit lehine ve orman aleyhine kullanıyor. Yani hem yüzde 15 taban alan olarak görülüyor hem de yollar ve diğer tesisler yüzde 15'e dahil edilmiyor.
Uzaktan Acarkent'e bakın, orman görüyor musunuz? Görülen tek şey bina ormanı. Acarkent'te bir yandan bu 'kanunsuzluk'a karşı kamu kurumları tarafından açılmış davalar var, bir yandan da burada hayat devam ediyor, evler milyon dolarlara alınıp satılıyor.
Hepimiz suçun parçasıyız
Çok uzattım belki ama bu 'suç devleti' konusunu iyi anlamamız lazım; çünkü bu bizim güncel yönetilme biçimimiz ve ülkemizde sahiden bir şey değişsin istiyorsak 'suç devleti'nden 'hukuk devleti'ne geçmekten başka çaremiz yok.
Ama bu değişim de imkansız değilse bile çok zor; onu da bilelim.
Çünkü 'suç devleti'nin paydaşı sadece bir grup yönetici/siyasetçi ile bir grup elit vatandaş/şirket değil.
Hepimiz şu veya bu ölçüde 'suç devleti'nin paydaşıyız; çünkü hepimiz şu kadar veya bu kadar suç içinde yaşıyoruz. Kimimiz imar kanunu çiğniyor, kimimiz trafik kanununu, kimimiz torpil arıyor, kimimiz ayrıcalık elde ediyor. Yolsuzluğun, rüşvetin, kayırmacılığın kökeninde de 'suç devleti' var, FETÖ çetesinin bu denli etkin olabilmesinin arkasında da 'suç devleti' var.

3 Mayıs 2017 Çarşamba

CHP için karar zamanı: Olduğu gibi mi kalacak, kitleselleşecek mi?

Aşağıda okuyacağınız yazı, bundan iki hafta önce Kriter dergisi için yazıldı. Dergi artık raflarda olduğuna göre, yazımı ben de burada yayınlayabilirim.
Siyaset yazılarında bugünlerde bir gün bile yazının eskimesine yetebiliyor. O bakımdan, aşağıdaki yazı da, aslında halen devam eden CHP içi tartışmanın göbeğine isabet etmesine rağmen son birkaç günün gelişmeleri henüz ortada yokken yazıldı doğal olarak.
Son birkaç günün gelişmeleri derken de, eski Genel Başkan Deniz Baykal'ın CNN Türk'e verdiği mülakatta söylediklerini kastediyorum. Belli ki, Baykal konuyu açmasa CHP 2019 tartışmasını erteleyebildiği kadar ertelemek niyetindeydi ama Baykal deyim yerindeyse Pandora'nın Kutusu'nu açtı, kutunun içindekiler de bir daha aynı kutuya dönmemek üzere ortaya saçıldı.
Açıkçası CHP, referandumun meşruiyeti tartışması dahil pek çok vakit geçirici tartışma çıkardı 16 Nisandan beri. Bütün bu vakit kazanma hamleleri, sakin kafayla düşünüp bir karara varmak için olsaydı belki masum ve makul karşılanabilirdi ama şimdi görüyoruz ki CHP aslında 2019'u yok sayabilmek, anayasa sanki değişmemiş ve 2019'da bir cumhurbaşkanlığı seçimi yapılmayacakmış gibi davranabilmek için vakit geçiriyormuş. Yani bir çeşit inkar halindeymiş koca partinin yönetimi.
Baykal, bence uzun siyasi hayatının son döneminde, bütün o siyasi hayatı boyunca Türk demokrasisine sunduğu katkı kadar büyük bir katkı sundu demokrasimize. Kemal Kılıçdaroğlu'nu bir karar vermeye zorladı.
Umalım ki Baykal'ın bu çıkışı etkili olsun ve CHP yönetimi 2019 konusunda bir karar vermek için düşünmeye başlasın. Çünkü CHP'nin sorumluluğu çok büyük.
***
Cumhurbaşkanlığı Sistemi öngören Anayasa değişikliği referandumda kabul edildikten sonra ilginç bir durum ortaya çıktı.
Referandumdaki evet oylarının miktarı evet cephesinin ağırlıklı bölümünü oluşturan Adalet ve Kalkınma Partisi'nde bir ölçüde hayal kırıklığı yarattı. Daha yüksek evet bekliyordu parti.
Buna karşılık referandumu kaybetmesine rağmen hayır oylarının miktarı, hayır cephesinin ana partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi'nde bir zafer havasının doğmasına neden oldu.
Bir taraf kazanmış ama yeterince sevinmiyor; öteki taraf kaybetmiş ama seviniyor. Durum sahiden tuhaf.
Fakat CHP sevinmekte acele ediyor, hatta hata ediyor olabilir. Aynen 7 Haziran 2015'teki seçim sonrasında olduğu gibi, bu sevinci yıkıcı bir hayal kırıklığı izleyebilir.
Şurası açık bir gerçek ki, CHP'nin gerçekleşmemesi için amansız bir mücadele verdiği Cumhurbaşkanlığı Sistemi bu partiye 2019 yılında 70 yıl önce kaybettiği tek başına iktidarı geri kazanma imkanı yaratıyor.
Mesele, CHP'nin bu imkanı kullanıp kullanmayacağı.
Gelin bu imkanı ve CHP'nin önündeki olası tercihleri konuşalım.
'CHP siyaseti' bitecek
CHP'deki bu sevinç halini “Daha önce hiçbir seçimde yüzde 48'i göremedikleri için seviniyorlar” diyerek küçümsemek bizi yanıltabilir. Çünkü en önce CHP'lilerin kendisi biliyor, o oyun tamamı CHP'ye ait değil. Başta Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu olmak üzere bütün parti yönetimi, o oyun CHP'de kalmasını sağlamak için kendi bildikleri anlamda 'CHP siyaseti'nin sona ermesi gerektiğinin farkındalar.
Ne demek 'CHP siyaseti'nin sona ermesi?
Bu parti, 70'li yıllarda Bülent Ecevit ve kadrosunun devlet partisi olmayı reddettikleri kısa sıçrama dönemi haricinde hiçbir zaman yüzde 40 seviyesini görmedi. Görmediği için de, aslında bu manada bir 'kitle partisi'nden değil, bir çeşit sınıf/zümre partisinden söz ediyoruz CHP dediğimizde.
Şimdi CHP ister istemez bir seçim yapacak: Aynı dar zümrenin (Türkiye'nin yüzde 25'inin) partisi olmaya devam mı etsin, yoksa o zümreyi kısmen de olsa kızdırmak pahasına referandumda karşısına çıkan yüzde 49'la konuşmaya mı çalışsın?
Şunu unutmayın: Siyasi polarizasyonun yüksek olduğu, seçim barajlarına rağmen parlamentoya dört, hatta daha fazla partinin girdiği ülkelerde yüzde 25 yüksek oy kabul edilir. Nitekim, 18 Nisan 1999'da yapılan seçimde Meclis'e beş parti girmiş, yüzde 22'den biraz fazla oy alan Bülent Ecevit'in DSP'si birinci parti olmuş ve üç partili koalisyon hükümetinin başbakanı Ecevit olmuştu. Artık o dönem sona erdi; iktidar olmak için bundan böyle yüzde 50 + 1 oy gerekecek.
Referandumun sonucunu seçim sonucu gibi okumak bizi hatalı analizlere sürükler ama yine de, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin adayı olacağına kesin gözüyle bakmamız gereken Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan açısından 2019'daki seçimin öyle çantada keklik olmadığını söylemek gerek. Ne var ki Erdoğan açısından sorun, 2014'de yüzde 52.5, bugün referandumda yüzde 51.6 olan oyunu korumakken CHP açısından sorun, yüzde 50'nin üzerine çıkabilmek.
Halk mı CHP'ye benzesin, CHP mi halka?
Eğer referandumda yüzde 60 evet çıkmış olsaydı, CHP olduğu gibi kalma, hiç değişmeme lüksüne sahip olabilirdi ama öyle olmadı, neredeyse yüzde 49 hayır oyu çıktı. Şimdi bu oyun sorumluluğu CHP'nin üzerinde ve parti yönetimi bundan sonraki her seçimde bu yüzde 49'a bakılarak değerlendirilecek.
Partinin içinden dışından pek çok kişi için 2019'da yapılacak Cumhurbaşkanı seçimi artık kaybedileceği şimdiden belli bir seçim olmaktan çıktı, hatta bu seçimim kazanılabileceği bile konuşuluyor.
Evet, belki de kazanılabilir ama CHP olduğu gibi durmaya devam ederek, eski savunduğu politikaları yine savunarak, özgürlük ve demokrasi anlayışını değiştirmeyerek kazanabilir mi?
Ben öteden beri CHP açısından temel sorunun, “Halk mı bize benzesin, biz mi halka benzeyelim” ikileminde olduğunu düşünüyorum.
Klasik CHP'li, halkın CHP'ye benzemesi gerektiğini düşünür ve eğer halk partiye yeterince iltifat etmezse bunda kendini değil halkı kusurlu görür. Yani CHP'liler partilerini bir yerde Leninist bir 'Halkın öncü partisi' olarak konumlarlar. (CHP'nin 6 Ok'undan biri 'Devrimcilik'tir, unutmayın.)
Oysa şimdi Cumhurbaşkanlığı Sistemi'nin mecbur bıraktığı bir basit aritmetik var: Eğer CHP, “Halk bana benzesin” demeye devam edecek olursa, yüzde 25'lik kalıbının ötesine pek gidemeyecek ve günün birinde Türkiye'yi yönetme iddiasını iyice kaybedecek.
Demek ki, eğer CHP 2019'da kendi adayı Cumhurbaşkanı olsun istiyorsa, bu aday özelinde kendi parti programını, politika belgelerini, siyaset öncelikleri vs neredeyse her şeyini değiştirmek zorunda.
Koalisyon kuracak aday
Bugüne kadar savunduğu görüşleri ve kadrolarıyla CHP yüzde 25 gibi bir seviyede sabitlendiğine ve bir Cumhurbaşkanı seçtirmek için de bu oyun en az iki katına ihtiyaç duyulduğuna göre, Cumhurbaşkanı adayının şahsında o eski görüşler ciddi bir değişime uğramak zorunda.
Sadece görüşlerden de söz etmiyoruz aslında.
Aynı anda hem normal şartlarda HDP'nin seçmeni olan Kürtleri, hem Ak Parti ve Tayyip Erdoğan'ı istemeyen MHP'lileri, hem geçmişte Ak Parti'ye veya Saadet dahil diğer küçük muhafazakar partilere oy vermiş kesimleri hem de solcusundan ulusalcısına, Alevisinden beyaz Türküne klasik CHP seçmenini bir arada tutacak bir aday ve kampanyadan söz ediyoruz.
Peki kim o aday?
Şurası kesin: Aynı anda bütün bu kesimlerim desteğini alacak ve onların siyasetteki yeni taşıyıcısı olacak olan o aday Kemal Kılıçdaroğlu değil!
Ama Kemal Kılıçdaroğlu CHP'nin genel başkanı, üstelik “Bütüm imkansızlıklara ve dezavantajlara rağmen yüzde 48.6 hayır oyunu bir araya getirmiş olan muzaffer insan.”
Eğer Kılıçdaroğlu fedakarlık yapmaz, kendisinden başka birinin aday olabilmesi için partisinin bir yöntem geliştirmesine önayak olmazsa, 2019'un kaybedileceği şimdiden kesinleşir.
Kılıçdaroğlu yerinde kalacak mı?
Cumhurbaşkanı seçimi ile milletvekili seçimi iki ayrı oylama olarak yapılacağı için, CHP'nin milletvekili seçiminde yine yüzde 25-30 aralığında (eğer adayı cumhurbaşkanı seçiliyorsa belki biraz daha yüksek, yüzde 30-35 aralığında) oy alması beklenir. Bu kadar oyla CHP'nin parlamentoda çoğunluk oluşturamayacağı belli. O yüzden, Cumhurbaşkanı kim olursa olsun, parlamento zemininde konu bazlı ve gelip geçici veya kalıcı ittifaklara ihtiyaç olacak. CHP'li bir aday Cumhurbaşkanı olsun veya olmasın, partilerin Meclis Grupları yeni sistemde geçmişe göre daha güçlü ve daha işlevsel olacaklar; gündelik manada 'siyaset oyunu' da daha çok parlamentoda oynanacak, Cumhurbaşkanlığında değil.
Öyleyse, Kemal Kılıçdaroğlu, partisinin genel başkanı kalmaya devam ederken, 'liderliği' seçim sürecinde ve eğer seçilirse görev süresi boyunca bir başkasına, partisinin belirleyeceği adaya bırakabilir.
Gelin, bundan sonranın CHP'si açısından durumu özetleyelim:
  1. Parti, kendisinden ve genel başkanından siyasi temsil açısından en az iki kat büyük bir aday bulmak zorunda.
  2. Bu aday, partinin siyasi programını ve vaatlerini bir yere kadar dikkate alıp kendi siyasi programını ve vaatler dizisini hazırlayacak, bunu yaparken de seçmen düzeyinde yüzde 50'lik bir koalisyon kurmaya çalışacak.
  3. Parti adayı, klasik bir CHP'li olmayacak büyük ihtimalle; hatta bugün parti üyesi bile olmayabilir. Ama Ekmeleddin İhsanoğlu vakasında olduğı gibi parti tarafından benimsenmeyecek biri de olamaz.
  4. Parti ve milletvekilleri için yapılacak seçim kampanyası ile Cumhurbaşkanının kampanyası ister istemez birbirinden ayrılacak; CHP'nin adayı Cumhurbaşkanı seçilse dahi büyük olasılıkla parti Meclis'te 301 kişilik çoğunluğu yakalayamayacak. O yüzden parlamento zemininde siyaset hem bir takım oyunlarla ve geçici ittifaklarla yapılacak.
  5. Partinin genel başkanlarının aynı zamanda partinin 'lideri' de olması dönemi sona erecek.
Tabii, bütün bu maddeler CHP'nin iktidar olmayı istemesi halinde geçerli. Yoksa, parti, “Aman kim iktidar olursa olsun, biz yüzde 25'imizi alalım, hatta yeni sistem sayesinde yüzde 35-40 alalım ama iktidar olmakla uğraşmayalım” diyebilir.
Eğer öyle diyecekse, başka bir şey söylemeye de gerek yok.

 Aslına bakacak olursanız, CHP'nin 2019'da iktidar olmak isteyip istemediğini bugünlerde göreceğiz. Partinin bugünden 2019'a kadar nasıl bir muhalefet çizgisi izleyeceği, özellikle Cumhurbaşkanlığı Sistemi için çıkarılacak uyum kanunlarında nasıl bir tutum takınacağına bağlı olarak 2019'da iktidarı isteyip istemediğini de anlayacağız.

25 Nisan 2017 Salı

CHP sağa mı dönsün sola mı?

Uzun yıllardır her yerde ve her fırsatta, Türkiye'de siyaseti sağ ve sol eksenlerinde okumanın yanlışlığını anlatmaya çalışıyorum.
Türkiye'de siyaset sınıf temelli değil kimlik temelli yapıldığı için, ne 'sağ' diye bir kimlik var bu ülkede ne de yeterince geniş kitleleri içine alan 'sol' diye bir kimlik.
Bana soracak olursanız, ülkedeki temel siyasi bölünmenin Türkçülük ile İslamcılık arasında olduğunu söylerim. Bu isimlendirmeye takılmayın fazla, ben biraz da Yusuf Akçora'nın meşhur 'Üç Tarzı Siyaset'ine bir saygı ifadesi olarak 'Türkçü' ve 'İslamcı' terimlerini kullanıyorum; yoksa bugün bu ayrım bu kelimelerle ifade edilmesi kolay olmayacak kadar karmaşık bir ayrım.
Benim 'Türkçü' ve 'İslamcı' terimlendirmemi beğenmeyen biri, 'modernleşmeci' ve 'muhafazakar' kelimelerini önermişti. Bence bu kelimeler de yetersiz ama derdimi anlatabildim sanırım.
Bu temel ayrıma, yani benim deyişimle 'Türkçü'-'İslamcı' ayrımına sağmayan, daha doğrusu hala sığmamakta ısrar eden bir siyaset daha var Türkiye'de, o da etnik Kürt kimliğine dayalı siyaset. En çok oyu aldığı 7 Haziran 2015 seçiminde benim hesabıma göre 6 milyonun üzerinde Kürt seçmenin oyunu alan bu siyasi hareketi hiç akıldan çıkarmamak lazım.
Şimdi Türkiye 2019'un Kasım ayında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimine doğru gidiyor. Bu seçimin yapılmasını öngören Anayasa değişikliği referandumda az farkla kabul edilince, gözler 2019'de Tayyip Erdoğan'ın olası rakibine ve o rakip adayı belirlemesi beklenen Cumhuriyet Halk Partisi'ne döndü.
Partinin içinde ve dışında ciddi bir tartışma devam ediyor, belli ki uzun süre de devam edecek.
Tartışmada kabaca iki taraf var. Bunlardan biri, CHP'nin sola yönelmesi halinde 2019'da başarılı olacağını öne sürüyor; ötekisi ise seçimi kazanmak için Ak Parti'den hatırı sayılır miktarda oy almak gerektiğini hatırlatıp merkeze, hatta sağa doğru açılmayı öneriyor.
Bu görüşlerden hangisinin haklı olduğunu bilmeye ve söylemeye imkan yok. Birkaç sebeple imkan yok. Birincisi, matematikten değil siyasetten söz ediyoruz, bu alanda bütün görüşler bir diğeri kadar değerli ve geçerli. İkincisi, 'sola yönelelim' veya 'sağa yönelelim' diyenlerin tam olarak neyi kastettiği belli değil.
CHP kimliği ve kimlik siyaseti
CHP'nin sol veya sağdan birine kolayca yönelebileceğini düşünmek, bu partinin esas olarak siyasetsiz, salt oportünist bir parti olduğunu söylemekle eş değer. Oysa öyle değil. CHP bir kimliğin önemli temsilcisi.
Belki en önce CHP'nin ne olduğunu anlamaya çalışmamız lazım; milletvekili seçiminde yüzde 25 civarında oy alan bu partiye seçmenler neden oy veriyorlar, bu partinin hangi fikrini daha önemli buluyorlar? Tersten sorayım: Bu yüzde 25'i ortak kılan kimlik ne ki, onlar gidip CHP'ye oy veriyorlar, CHP'de kendi kimliklerinin temsil edildiğini düşünüyorlar?
Tam bu noktada yan yola sapıp, 2019'dan itibaren Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle birlikte yaşanacak değişimle ilgili bir varsayımda bulunmam gerek: Cumhurbaşkanlığı sistemiyle birlikte kimliğe dayalı siyasetin tamamen sona ereceğini söylemek fazla olabilir ama cumhurbaşkanı seçilmek isteyen adayın temsil ettiği kimliği aşan, daha kapsayıcı, daha çoğulcu, daha merkezde siyaset yapan birisi olması artık mecburi olacak.
Bu dediğim Tayyip Erdoğan için de geçerli; CHP'nin çıkaracağı aday için de geçerli olacak. Adaylar kendi kimliklerini aşamaz, daha kapsayıcı olamazlarsa seçilemeyecekler çünkü.
Ancak paradoksal biçimde, adayların birbirlerine karşı yürütecekleri kampanyalarda, her adayın diğer adayın ne ve kim olmadığını anlatmasına hayli büyük ağırlık verileceğini, yani kampanyaların kısmen de olsa kimlik siyaseti üzerinden yapılacağını düşünüyorum.
Şimdi yan yoldan çıkıp yeniden yazının ana çizgisine dönebiliriz.
Partinin içinde ve dışında başlayan 'CHP ne yöne gitsin' tartışması aslında bir sağlık işareti. Ancak bu tartışmanın subjektif, tabir yerindeyse masa başı değerlendirmelerle değil, görece daha bilimsel verilerle yapılması partiyi daha sağlıklı bir yere taşıyabilir.
Kalkınmacılık siyaseti
Bunun için belki Türkiye'de muhafazakar siyasetin evrimine bakmak yol gösterici olabilir. Türkiye'de benim 'İslamcı kimlik' diye adlandırdığım kimlik, İslamcılık siyasetinden çok daha büyük bir alanı kapsıyor. Bu, dün de böyleydi, bugün de böyle.
Türkiye'de muhafazakar alanda siyaset yapanlar aslında modernleşmeyi reddetmediler; sadece onun hızını ve bazı uygulamalarını benimsemediler. Bu, Adnan Menderes-Süleyman Demirel-Turgut Özal çizgisinde de böyleydi, bugün Tayyip Erdoğan çizgisinde de böyle.
Zaten, o muhafazakar damarın bir kalkınmacı/zenginlik vaat edici tarafı olmasaydı, nihayetinde onlar da 'muasır medeniyetler seviyesine gelmek, geçmek'ten söz etmeseydi, büyük ihtimalle hiçbir zaman iktidar olamazlardı.
Buradan CHP'ye, onun içinde ve dışında devam eden 'sağa gidelim-sola gidelim' tartışmasına bakalım.
Eğer Cumhurbaşkanlığı sistemine geçişle birlikte kimlik siyasetinin seçim sonucunu belirlemede etkisi görece azalacaksa, o zaman seçmen refahını ve mutluluğunu arttıracak vaatlerin siyasetine geri dönülecek demektir.
Bu manada, ekonomik eşitliği, sefalette değil refahta eşitliği savunan sol politikaların alanı da genişleyecek demektir.
Soldan kastedilen ne?
Ama CHP açısından sola dönmeyi önerenlerin aklındaki tek şey bu değil galiba. Eğer soldan kastedilen şey, en koyu haliyle Kemalizme geri dönmek, dinin sosyal hayattaki görünürlüğünü azaltmak, eğitim yoluyla yeniden modernist ve pozitivist endoktrinasyona başlamaksa, bu söylenenlerin 'sol' olmadığını hatırlatmak gerekiyor.
CHP'yi 'sola dönmeye' davet edenler, herkes için özgürlüğü değil de sadece hakim sınıf için özgürlüğü öneriyorsa, Kürt kimliğinden hiç söz etmiyor, demokrasi derken yerel demokrasi konusuna hiç girmiyor ve belediyeler üzerinde devlet tahakkümünün sürmesini öngörmeye devam ediyorlarsa, bu da sol olamaz.
Ekonomide girişim özgürlüğü yerine devletçi politikaları önermeyi solculuk sananların olduğunu zaten biliyoruz.
Neyin sol olmadığını yazıyorum, neyin olduğunu yazmaktansa. Çünkü Türkiye'de yabancı düşmanlığı kolayca anti-emperyalizm olarak pazarlanabildiği gibi, kendini anti-emperyalist sanan herkes de solcu olduğunu düşünüyor.
Böyle olduğu için de, Türkiye'de solculuk-sosyalistlik özünden koparılmış ve kozmetik bir düzenlemeye indirgenmiş bir şeye kolayca dönüşebiliyor.
Bir adayla sağcı olunur mu?
Benzer bir durum, CHP'nin 'sağa dönmesini' önerenler için de geçerli. Bir dindar adayla, söylenecek birkaç nutukla CHP'nin 'sağa açılacağını' sananlar var. Bunlar, siyaseti basit bir mühendislik işi gibi gören, toplumu sosyolojisi hiç değişmeyen sabit tuğlalardan ibaret sanan insanlar. Basit bazı hareketler yapılır, bazı temel şeyler söylenir, uygun da bir aday bulunursa daha önce Ak Parti tarafında duran o tuğlaların bazılarının hop bu tarafa geçeceği öne sürülüyor.
Oysa ne toplum sabit ne de öyle blok blok tuğlalardan oluşan bir şey. Aralarında bazı benzerikler, duygudaşlıklar olan milyonlarca bireyden söz ediyoruz; ortaklaştıkları yerler var, ayrıştıkları yerler var.
Yeniden başa dönelim: CHP bugün bir kimliğin, hem de hayli sert ve köşeli bir kimliğin partisi. Ve bu yüzden de, kendi kimliğini aşmadan, o kimliğin köşelerini yumuşatmadan başka kimliklere açılması, bugün hitap ettiği yüzde 25'in en az iki katına hitab eder hale gelmesi çok da kolay olmayan bir parti.
Samimi olmak şart
Sorunu basitçe sağa veya sola yönelmek değil, tam tersine Türkiye'ye yeni bir şey söylemek, söylediği şeyi içselleştirmek ve samimi olmak.
Mesele eleştirmek, karşı çıkmak olunca bunu CHP'nin gayet iyi yaptığını son 15 yıldır biliyoruz. Ama seçim kanamak için karşı olmak ve eleştirmek yetmiyor, bir de topluma bir şey önermek gerekiyor, önerirken inandırıcı olmak gerekiyor.
CHP son iki genel seçimde (2011 ve 2015) pozitif kampanyalar yürüttü ama belli ki inandırıcı olamadı, seçmen tarafından samimi bulunmadı. Acaba CHP 2011 ve 2015'te neden başarısız olduğunun tahlilini samimi biçimde yaptı mı?
CHP'ye sağa veya sola dönmesini söylemekten daha kolay bir şey yok ama acaba dönmek o kadar kolay mı, 'döndüm' deyince dönülmüş oluyor mu?
15 yıldır toplumun önüne bir yeni fikir çıkaramamamışken şimdi 2 yılda bu fikir nereden bulunacak?

O fikri aramaya bir yerden başlamak gerek.