1 Haziran 2017 Perşembe

Türkiye, 'hukuk devleti' değil 'suç devleti'

Sabah güne Kuruçeşme'deki bu yıkım haberiyle başladık.
İstanbul'da Boğazın Avrupa yakasında yaşayanlar güne yeni bir yıkım haberiyle başladılar. Bu kez Kuruçeşme'de, civarda yaşayan herkesin nasıl olup da inşa edilebildiğini merak ettiği bir ofis kompleksiydi yıkılan.
Geçen hafta da aynı bölgede önce Reina, ardından da Galatasaray Adasında yıkımlar yapılmış, belediyenin iş makineleri binaları kullanılmaz hale getirmişti.
İstanbul'da, üstelik de Boğaz kıyısında ansızın başlayan bu yasa uygulama hareketini nasıl görmeliyiz? “Nihayet yasalar uygulanıyor” diye sevinmeli miyiz, yoksa şüpheye mi kapılmalıyız?
İsteyen meseleye istediği taraftan bakacaktır elbette; bina sahipleri yıkımın yasa dışı olduğunu ve haber verilmeden sabahın erken saatlerinde yapıldığını söyleyip mağdur olduklarını ilan edecek, başkaları ise tam tersini düşünecektir.
İstanbul'da son bir haftada ansızın başlayan 'yasa uygulama' hareketleri, aslında bu ülkenin yönetim sistemi hakkında hepimize bir fikir, fikirden de öte aslında mesaj veriyor.
Britanya için şaka, Türkiye için gerçek
Yıllar önce okumuştum, Britanya kökenli bir ünlü siyaset bilimci, şaka olsun diye bir siyaset bilimi kavramı uydurmuştu. Bu şakaya göre ülkelerin yönetim biçimleri ikiye ayrılıyordu: Hukuk devletleri ve suç devletleri.
Siyaset biliminde “Rule by law” yani bizim 'hukuk devleti' dediğimiz yöntemlerle yönetilen ülkelerde, hukuk son derece netti ve hukuka uymamanın mutlaka bir bedeli vardı, yani kanunlar da uygulanıyordu.
Bu siyaset bilimcinin şakasında geçen “Rule by guilt” yani 'suç devleti'nde ise, yine kanunlar vardı ama o kadar da net değildi bu kanunlar, uygulayıcılara bazen çok geniş bazen daha az geniş ama mutlaka bir yorumlama alanı bırakıyordu. Bu ülkelerde, uygulayıcılar, vatandaşların bazen çok büyük bazen de daha küçük ölçülerde kanunun bu yorum alanının bıraktığı gri alanlarda yaşamalarını sağlıyordu.
Böylece yöneticiler, sürekli suç sınırları içinde tuttukları vatandaşları bir çeşit şantaj dengesiyle yönetiyor, en azından kendi yöneticiliklerinin devamını sağlıyorlardı.
Minicik lojmandan dev ofis kompleksine
Tekrar dönelim Kuruçeşme'deki son yıkıma...
Burada yıkılan binaların yerinde eskiden bir kamu kurumuna ait lojman tipi küçük iki bina vardı. İki-üç katlı ve taş çatlasa 100 metrekare taban alana oturan bu binalar, devlet tarafından satıldı. Satınalan kişi buraya iddialı bir mimari proje yaptırdı ve inşaata başladı.
İki küçük binanın yerine yapılan dev ofis
Daha inşaata başlandığında benim gibi amatör gözler için bile, varolan binalara göre çok daha büyük bir binanın yapılmakta olduğu, eskiden iki ayrı yapı olan binaların tek bir büyük bloka dönüşmekte olduğu ve bütün bunların da Boğaziçi Kanunu'na aykırı olduğu ayan beyan ortadaydı. Ama inşaat, tartışmalara ve hatta açılan davalara rağmen devam etti, bir süre dursa bile nihayetinde tamamlandı ve binalar kullanılmaya başlandı.
Allah için şık ve güzel mimarili binalardı bunlar ama kaçaktı işte.
Dün yıkımın uygulanmasıyla birlikte öğreniyoruz ki, yıkım kararı aslında 7 yıl önce alınmış. Daha ilk günden itibaren hukuken sorunlu olan bu binaların bugüne kadar nasıl durduğunu boşuna merak etmeyin. Britanyalı siyaset bilimcinin şaka diye söylediği 'suç devleti' bizim gündelik gerçeğimizdir. Binaların sahibi ortada bir suç olduğunu bilir. Kanunun uygulayıcısı Belediye bunu bilir. Biraz merak edecek kiracılar da bunu bilir. Ama hayat devam eder. Bina yapılır, ruhsatlandırılır, kiraya verilir. Koca koca uluslararası şiketler buraya kiracı olur.
Sonra bir gün, belediye ansızın kanunu uygulamaya karar verir; ortalığı feryat figan sarar.
'Suç devleti' tam da budur: Sizi suçta yaşatır, o sayede sizi yönetir, canı istediği zaman da sizi suçlu ilan ediverir. Siz de bu düzene ayak uydurur, hatta suçta yaşamaya gönüllü olursunuz, 'Ona yaptı bana da yapsın' der suçlulukta eşitlik talep edersiniz ve bu şartlarda yönetilmeyi, bu şartlarda yaşamayı benimsersiniz.
Çocukluğumun Lido'su.
Lido'nun havuzundan Reina'ya...
Mesela Reina...
Lido böyle bir yerdi, Reina oldu
Benim çocukluğumda burası 'Lido' isimli bir yazlık mekandı. Cadde tarafında mütevazı bir bina vardı, denize bakan kocaman bahçede ise bir büyük havuz ve havuzun etrafında güneşlenme alanları dahil yerler.
O havuz ve kocaman bahçedeki yapılaşma dün sabah yapıldı da bugün orası yıkıldı değil. Yıllardır o bahçede iki katlı yapılar var. Ama kanunu uygulamak bugüne kısmetmiş.
Ne tuhaf memleket: İnşaata ruhsat vermeyen de belediye, ruhsatsız yapılmış binaya işletme ruhsatı veren de belediye.
Galatasaray Adasına da bakalım.
Taa 1979 yılında, gazeteci olarak yazdığım ilk imzalı haberlerden biriydi, Galatasaray Adası hakkında alınan yıkım kararı.
Adayı karşınıza alın bakın: Tam ortada kalan kısım 'ada'dır; iki yana uzanan bölümler ise denizin üzerine kazıklar çakılarak yapılmış 'havuz'lar.
Galatasaray Adası kömür deposuyken.
Galatasaray Kulübü önce adanın bir tarafına denizin üstünde betondan bir çerçevesi olan havuz yapmış. Yani havuzun suyu aslında denizin suyu, sadece denizin etrafını diyelim dubalarla çevireceklerine beton kazıklar ve üstünde yürünebilir, hatta güneşlenilebilir genişlikte betondan bir çerçeve yapmışlar.
Adaya talep artıp o deniz-havuzun etrafında oturulacak yer kalmayınca bu kez adanın öteki ucuna da benzer bir havuzu konduruvermiş Galatasaray.
Galatasaray Adası: İki yana havuzlar eklenmiş.
1979'daki yıkım kararı bu havuzlarla ilgiliydi. Benim haberim Cumhuriyet'in spor sayfasında çıkınca, gazetenin hepsi de Galatasaray Lisesi mezunu yöneticilerinden “Bu bizden habersiz nasıl çıkar” serzenişleriyle fırçalar yemişliğim var. Mektebi Sultani kimliğinin başka bütün her şeyden önce geldiğini bu yolla öğrenmiştim.
Neyse, Cumhuriyet'in içinde bile bu habere böyle bir tepki olduğuna göre kolayca tahmin ettiniz, bu yıkım kararı elbette uygulanmadı. Uygulanmadığı yetmezmiş gibi bundan bir süre önce ada kulüp tarafından Reina'nın da işletmecisi olan şirkete kiraya verildi.
Denizin tapusu mu var?
Galatasaray Adası: Havuzun üstü kapanıyor.
Galatasaray Adası: Yıkımdan öncesi son hali.
Karadan, Kuruçeşme sahilinden baktığınızda sol taraftaki 'havuz'un üstüne bir gün bir nevi çadır yerleştirildiğini gördüm. Tesadüfen çadırı oraya yerleştiren reklam şirketi tanıdık çıktı, sahibine 'Ne yapıyorsunuz' diye sordum, bir ürün lansmanı yapılacakmış, “Bir gecelik bir şey o” cevabını aldım. Sahiden de o gece gürültülü biçimde ürün lansmanı yapıldı, ertesi gün de çadır gitti. Ama birkaç ay sonra bir baktım, o havuzun üzeri bir inşaatla kapatılıyordu. Yıllarca denizin üstüne çakılan kazıklarla yapılan o 'havuz' o işletmeciye kapalı mekan olarak para kazandırdı, orada düğünler yapıldı, şirket lansmanları yapıldı, gece eğlenceleri düzenledi. Denizin üzerinde oldu bütün bunlar. Bir anlamda deniz doldurulmuş ve doldurulan alan tapulu mal muamelesi görürü olmuştu.
İlginçtir, belediye gelip yıkım yaptığında havuzun üstünü kapatan malzemeyi yıktı ama havuz hala yerinde duruyor ve herhalde havuz filan da değil, denizin üstünde bir platform hala var. O deniz kime ait? Denizi parselleyip sattık mı?
Orman ama bina ormanı
Benim için 'suç devleti'nin en çarpıcı örneklerinden biri İstanbul'daki Acarkent isimli devasa sitedir.
Burası orman alanıdır ve ülkemizdeki az sayıda özel ormandan biridir.
Şimdi uzun uzun hukuki ayrıntısına girmeyeceğim, hem orman olarak tescil edilmiş, yani Anayasa koruması altında olan ama hem de özel kişilerin tapulu malı olan sahiden az sayıda arazi var. Bu araziler özel bir kanuna tabi.
Acarkent bina ormanı.
Bu kanuna göre, arazinin belli bir yüzdesini (yüzde 15) geçmemek şartıyla ev yapılabiliyor. Kanun koyucu, “Özel kişiler oraya ev yaparlarsa ormanı da korurlar” diye düşünmüş, bunu kanun gerekçesine de yazmış.
Peki ama bu yüzde 15 nedir?
Bu soruya kanun net cevap vermiyor. Geniş bir yorum alanı var.
Birinci yorum alanı şununla ilgili: Bu yüzde 15 evin toplam büyüklüğü müdür, yoksa taban alanının büyüklüğü mü?
Fark şu: Eğer inşaat iznini verecek belediye bunu 'taban alanı' diye yorumlar ve mesela iki kata izin verirse, yüzde 15 olur size yüzde 30. Üç kat derse yüzde 45'e çıkar. Hele bir de arazide kot farkı varsa, yüzde 60'a kadar çıkabilir.
Yorum alanı bununla da sınırlı değil. Bu evlere gidecek yollar, bu evler için yapılacak sosyal tesisler, bekçi kulübeleri, otopark alanları, havuzlar vs bu yüzde 15'e dahil mi, değil mi?
Acarkent yapılırken Belediye iki yorum alanını da müteahhit lehine ve orman aleyhine kullanıyor. Yani hem yüzde 15 taban alan olarak görülüyor hem de yollar ve diğer tesisler yüzde 15'e dahil edilmiyor.
Uzaktan Acarkent'e bakın, orman görüyor musunuz? Görülen tek şey bina ormanı. Acarkent'te bir yandan bu 'kanunsuzluk'a karşı kamu kurumları tarafından açılmış davalar var, bir yandan da burada hayat devam ediyor, evler milyon dolarlara alınıp satılıyor.
Hepimiz suçun parçasıyız
Çok uzattım belki ama bu 'suç devleti' konusunu iyi anlamamız lazım; çünkü bu bizim güncel yönetilme biçimimiz ve ülkemizde sahiden bir şey değişsin istiyorsak 'suç devleti'nden 'hukuk devleti'ne geçmekten başka çaremiz yok.
Ama bu değişim de imkansız değilse bile çok zor; onu da bilelim.
Çünkü 'suç devleti'nin paydaşı sadece bir grup yönetici/siyasetçi ile bir grup elit vatandaş/şirket değil.
Hepimiz şu veya bu ölçüde 'suç devleti'nin paydaşıyız; çünkü hepimiz şu kadar veya bu kadar suç içinde yaşıyoruz. Kimimiz imar kanunu çiğniyor, kimimiz trafik kanununu, kimimiz torpil arıyor, kimimiz ayrıcalık elde ediyor. Yolsuzluğun, rüşvetin, kayırmacılığın kökeninde de 'suç devleti' var, FETÖ çetesinin bu denli etkin olabilmesinin arkasında da 'suç devleti' var.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder