Sabah güne Kuruçeşme'deki bu yıkım haberiyle başladık. |
İstanbul'da
Boğazın Avrupa yakasında yaşayanlar güne yeni bir yıkım
haberiyle başladılar. Bu kez Kuruçeşme'de, civarda yaşayan
herkesin nasıl olup da inşa edilebildiğini merak ettiği bir ofis
kompleksiydi yıkılan.
Geçen hafta da
aynı bölgede önce Reina, ardından da Galatasaray Adasında
yıkımlar yapılmış, belediyenin iş makineleri binaları
kullanılmaz hale getirmişti.
İstanbul'da,
üstelik de Boğaz kıyısında ansızın başlayan bu yasa uygulama
hareketini nasıl görmeliyiz? “Nihayet yasalar uygulanıyor”
diye sevinmeli miyiz, yoksa şüpheye mi kapılmalıyız?
İsteyen meseleye
istediği taraftan bakacaktır elbette; bina sahipleri yıkımın
yasa dışı olduğunu ve haber verilmeden sabahın erken saatlerinde
yapıldığını söyleyip mağdur olduklarını ilan edecek,
başkaları ise tam tersini düşünecektir.
İstanbul'da son
bir haftada ansızın başlayan 'yasa uygulama' hareketleri, aslında
bu ülkenin yönetim sistemi hakkında hepimize bir fikir, fikirden
de öte aslında mesaj veriyor.
Britanya
için şaka, Türkiye için gerçek
Yıllar önce
okumuştum, Britanya kökenli bir ünlü siyaset bilimci, şaka olsun
diye bir siyaset bilimi kavramı uydurmuştu. Bu şakaya göre
ülkelerin yönetim biçimleri ikiye ayrılıyordu: Hukuk devletleri
ve suç devletleri.
Siyaset biliminde
“Rule by law” yani bizim 'hukuk devleti' dediğimiz yöntemlerle
yönetilen ülkelerde, hukuk son derece netti ve hukuka uymamanın
mutlaka bir bedeli vardı, yani kanunlar da uygulanıyordu.
Bu siyaset
bilimcinin şakasında geçen “Rule by guilt” yani 'suç
devleti'nde ise, yine kanunlar vardı ama o kadar da net değildi bu
kanunlar, uygulayıcılara bazen çok geniş bazen daha az geniş ama
mutlaka bir yorumlama alanı bırakıyordu. Bu ülkelerde,
uygulayıcılar, vatandaşların bazen çok büyük bazen de daha
küçük ölçülerde kanunun bu yorum alanının bıraktığı gri
alanlarda yaşamalarını sağlıyordu.
Böylece
yöneticiler, sürekli suç sınırları içinde tuttukları
vatandaşları bir çeşit şantaj dengesiyle yönetiyor, en azından
kendi yöneticiliklerinin devamını sağlıyorlardı.
Minicik
lojmandan dev ofis kompleksine
Tekrar dönelim
Kuruçeşme'deki son yıkıma...
Burada yıkılan
binaların yerinde eskiden bir kamu kurumuna ait lojman tipi küçük
iki bina vardı. İki-üç katlı ve taş çatlasa 100 metrekare
taban alana oturan bu binalar, devlet tarafından satıldı.
Satınalan kişi buraya iddialı bir mimari proje yaptırdı ve
inşaata başladı.
İki küçük binanın yerine yapılan dev ofis |
Daha inşaata
başlandığında benim gibi amatör gözler için bile, varolan
binalara göre çok daha büyük bir binanın yapılmakta olduğu,
eskiden iki ayrı yapı olan binaların tek bir büyük bloka
dönüşmekte olduğu ve bütün bunların da Boğaziçi Kanunu'na
aykırı olduğu ayan beyan ortadaydı. Ama inşaat, tartışmalara
ve hatta açılan davalara rağmen devam etti, bir süre dursa bile
nihayetinde tamamlandı ve binalar kullanılmaya başlandı.
Allah için şık
ve güzel mimarili binalardı bunlar ama kaçaktı işte.
Dün yıkımın
uygulanmasıyla birlikte öğreniyoruz ki, yıkım kararı aslında 7
yıl önce alınmış. Daha ilk günden itibaren hukuken sorunlu olan
bu binaların bugüne kadar nasıl durduğunu boşuna merak etmeyin.
Britanyalı siyaset bilimcinin şaka diye söylediği 'suç devleti'
bizim gündelik gerçeğimizdir. Binaların sahibi ortada bir suç
olduğunu bilir. Kanunun uygulayıcısı Belediye bunu bilir. Biraz
merak edecek kiracılar da bunu bilir. Ama hayat devam eder. Bina
yapılır, ruhsatlandırılır, kiraya verilir. Koca koca
uluslararası şiketler buraya kiracı olur.
Sonra bir gün,
belediye ansızın kanunu uygulamaya karar verir; ortalığı feryat
figan sarar.
'Suç devleti'
tam da budur: Sizi suçta yaşatır, o sayede sizi yönetir, canı
istediği zaman da sizi suçlu ilan ediverir. Siz de bu düzene ayak
uydurur, hatta suçta yaşamaya gönüllü olursunuz, 'Ona yaptı
bana da yapsın' der suçlulukta eşitlik talep edersiniz ve bu
şartlarda yönetilmeyi, bu şartlarda yaşamayı benimsersiniz.
Çocukluğumun Lido'su. |
Lido'nun
havuzundan Reina'ya...
Mesela Reina...
Lido böyle bir yerdi, Reina oldu |
Benim
çocukluğumda burası 'Lido' isimli bir yazlık mekandı. Cadde
tarafında mütevazı bir bina vardı, denize bakan kocaman bahçede
ise bir büyük havuz ve havuzun etrafında güneşlenme alanları
dahil yerler.
O havuz ve
kocaman bahçedeki yapılaşma dün sabah yapıldı da bugün orası
yıkıldı değil. Yıllardır o bahçede iki katlı yapılar var.
Ama kanunu uygulamak bugüne kısmetmiş.
Ne tuhaf
memleket: İnşaata ruhsat vermeyen de belediye, ruhsatsız yapılmış
binaya işletme ruhsatı veren de belediye.
Galatasaray
Adasına da bakalım.
Taa 1979 yılında,
gazeteci olarak yazdığım ilk imzalı haberlerden biriydi,
Galatasaray Adası hakkında alınan yıkım kararı.
Adayı karşınıza
alın bakın: Tam ortada kalan kısım 'ada'dır; iki yana uzanan
bölümler ise denizin üzerine kazıklar çakılarak yapılmış
'havuz'lar.
Galatasaray Adası kömür deposuyken. |
Galatasaray
Kulübü önce adanın bir tarafına denizin üstünde betondan bir
çerçevesi olan havuz yapmış. Yani havuzun suyu aslında denizin
suyu, sadece denizin etrafını diyelim dubalarla çevireceklerine
beton kazıklar ve üstünde yürünebilir, hatta güneşlenilebilir
genişlikte betondan bir çerçeve yapmışlar.
Adaya talep artıp
o deniz-havuzun etrafında oturulacak yer kalmayınca bu kez adanın
öteki ucuna da benzer bir havuzu konduruvermiş Galatasaray.
Galatasaray Adası: İki yana havuzlar eklenmiş. |
1979'daki yıkım
kararı bu havuzlarla ilgiliydi. Benim haberim Cumhuriyet'in spor
sayfasında çıkınca, gazetenin hepsi de Galatasaray Lisesi mezunu
yöneticilerinden “Bu bizden habersiz nasıl çıkar”
serzenişleriyle fırçalar yemişliğim var. Mektebi Sultani
kimliğinin başka bütün her şeyden önce geldiğini bu yolla
öğrenmiştim.
Neyse,
Cumhuriyet'in içinde bile bu habere böyle bir tepki olduğuna göre
kolayca tahmin ettiniz, bu yıkım kararı elbette uygulanmadı.
Uygulanmadığı yetmezmiş gibi bundan bir süre önce ada kulüp
tarafından Reina'nın da işletmecisi olan şirkete kiraya verildi.
Denizin
tapusu mu var?
Galatasaray Adası: Havuzun üstü kapanıyor. |
Galatasaray Adası: Yıkımdan öncesi son hali. |
Karadan,
Kuruçeşme sahilinden baktığınızda sol taraftaki 'havuz'un
üstüne bir gün bir nevi çadır yerleştirildiğini gördüm.
Tesadüfen çadırı oraya yerleştiren reklam şirketi tanıdık
çıktı, sahibine 'Ne yapıyorsunuz' diye sordum, bir ürün
lansmanı yapılacakmış, “Bir gecelik bir şey o” cevabını
aldım. Sahiden de o gece gürültülü biçimde ürün lansmanı
yapıldı, ertesi gün de çadır gitti. Ama birkaç ay sonra bir
baktım, o havuzun üzeri bir inşaatla kapatılıyordu. Yıllarca
denizin üstüne çakılan kazıklarla yapılan o 'havuz' o
işletmeciye kapalı mekan olarak para kazandırdı, orada düğünler
yapıldı, şirket lansmanları yapıldı, gece eğlenceleri
düzenledi. Denizin üzerinde oldu bütün bunlar. Bir anlamda deniz
doldurulmuş ve doldurulan alan tapulu mal muamelesi görürü
olmuştu.
İlginçtir,
belediye gelip yıkım yaptığında havuzun üstünü kapatan
malzemeyi yıktı ama havuz hala yerinde duruyor ve herhalde havuz
filan da değil, denizin üstünde bir platform hala var. O deniz
kime ait? Denizi parselleyip sattık mı?
Orman
ama bina ormanı
Benim için 'suç
devleti'nin en çarpıcı örneklerinden biri İstanbul'daki Acarkent
isimli devasa sitedir.
Burası orman
alanıdır ve ülkemizdeki az sayıda özel ormandan biridir.
Şimdi uzun uzun
hukuki ayrıntısına girmeyeceğim, hem orman olarak tescil edilmiş,
yani Anayasa koruması altında olan ama hem de özel kişilerin
tapulu malı olan sahiden az sayıda arazi var. Bu araziler özel bir
kanuna tabi.
Acarkent bina ormanı. |
Bu kanuna göre,
arazinin belli bir yüzdesini (yüzde 15) geçmemek şartıyla ev
yapılabiliyor. Kanun koyucu, “Özel kişiler oraya ev yaparlarsa
ormanı da korurlar” diye düşünmüş, bunu kanun gerekçesine de
yazmış.
Peki ama bu yüzde
15 nedir?
Bu soruya kanun
net cevap vermiyor. Geniş bir yorum alanı var.
Birinci yorum
alanı şununla ilgili: Bu yüzde 15 evin toplam büyüklüğü
müdür, yoksa taban alanının büyüklüğü mü?
Fark şu: Eğer
inşaat iznini verecek belediye bunu 'taban alanı' diye yorumlar ve
mesela iki kata izin verirse, yüzde 15 olur size yüzde 30. Üç kat
derse yüzde 45'e çıkar. Hele bir de arazide kot farkı varsa,
yüzde 60'a kadar çıkabilir.
Yorum alanı
bununla da sınırlı değil. Bu evlere gidecek yollar, bu evler için
yapılacak sosyal tesisler, bekçi kulübeleri, otopark alanları,
havuzlar vs bu yüzde 15'e dahil mi, değil mi?
Acarkent
yapılırken Belediye iki yorum alanını da müteahhit lehine ve
orman aleyhine kullanıyor. Yani hem yüzde 15 taban alan olarak
görülüyor hem de yollar ve diğer tesisler yüzde 15'e dahil
edilmiyor.
Uzaktan
Acarkent'e bakın, orman görüyor musunuz? Görülen tek şey bina
ormanı. Acarkent'te bir yandan bu 'kanunsuzluk'a karşı kamu
kurumları tarafından açılmış davalar var, bir yandan da burada
hayat devam ediyor, evler milyon dolarlara alınıp satılıyor.
Hepimiz
suçun parçasıyız
Çok uzattım
belki ama bu 'suç devleti' konusunu iyi anlamamız lazım; çünkü
bu bizim güncel yönetilme biçimimiz ve ülkemizde sahiden bir şey
değişsin istiyorsak 'suç devleti'nden 'hukuk devleti'ne geçmekten
başka çaremiz yok.
Ama bu değişim
de imkansız değilse bile çok zor; onu da bilelim.
Çünkü 'suç
devleti'nin paydaşı sadece bir grup yönetici/siyasetçi ile bir
grup elit vatandaş/şirket değil.
Hepimiz şu veya
bu ölçüde 'suç devleti'nin paydaşıyız; çünkü hepimiz şu
kadar veya bu kadar suç içinde yaşıyoruz. Kimimiz imar kanunu
çiğniyor, kimimiz trafik kanununu, kimimiz torpil arıyor, kimimiz
ayrıcalık elde ediyor. Yolsuzluğun, rüşvetin, kayırmacılığın
kökeninde de 'suç devleti' var, FETÖ çetesinin bu denli etkin
olabilmesinin arkasında da 'suç devleti' var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder