Bugünkü Hürriyet'te çıkan yazımı burada da paylaşıyorum...
*
*
Çok ilginç olaylar yaşanıyor, Amerika'da New York'ta.
Şehrin seçilmiş belediye başkanı ile polisi arasında açıktan
açığa, son derece sert sözlerle sürdürülen bir savaş var.
Aslına bakacak olursanız, büyük ihtimalle seçilmiş
siyasilerle polis ve asker, genel olarak güvenlik bürokrasisi arasında dünyanın
her demokratik ülkesinde ve şehrinde bir seviyede 'savaş' yaşanır ama New York'takinin özelliği herkesin gözünün
önünde, medyaya verilen demeçlerle bu savaşın yaşanması.
Kısaca ne olduğunu hatırlatayım:
Önce küçük bir kasaba olan Montgomery'de polis masum bir
Afro-Amerikalıyı öldürdü. Bu olay, Amerika'nın dört bir yanında polisin
silahsız siyahi gençleri ne kadar çok öldürdüğüyle ilgili istatistiklerin
dökülmesine ve daha da önemlisi, başta Başkan Obama olmak üzere pek çok liberal
siyasinin polisi kınayan açıklamalar yapmasına neden oldu.
Derken ülke çapında polisin bu ırkçı tutumunu protesto eden
yürüyüşler yapıldı. New York'taki yürüyüşe 30 bin kişi katıldı, şehrin belediye
başkanı de Blasio, kendi siyahi
oğluna 'Polis seni durdurursa sakın ani
hareketler yapma, cep telefonuna yeltenme, ellerini kaldır ve bekle'
dediğini anlattı protestoculara destek verirken. Bu arada New York polisi de
bir siyahinin ölümüne sebep oldu.
Reuters ajansı New York polisinde çalışan 25
Afro-Amerikalıyla konuştu, içlerinden biri hariç hepsi, sivil giyimliyken ve
görevde değilken polis tarafından rahatsız edildiklerini söylediler. Daha
ilginci, New York başta olmak üzere çatışma sırasında polisin polisi
yanlışlıkla vurması vakalarında siyahilerin vurulma oranının çok yüksekliği.
Bütün bunlar konuşulur, polisin ırkçı tavrı eleştirilir ve
polislere vücut kamerası takılması önerilirken bir siyahi adam New York'ta biri
hispanik diğeri Uzak Doğu kökenli iki üniformalı polisi sokak ortasında
öldürdü.
İşte bu cinayetler birden havayı değiştirdi. Eski New York
Belediye Başkanı Gulliani, Başkan Obama'yı ve yarattığı polis karşıtı atmosferi
eleştirdi. Daha önemlisi, New York'taki rütbesi çavuşun altında olan, yani
sokaktaki 25 bin polisin sendikasının başkanı, 'Ölen arkadaşlarımızın kanı belediye başkanı de Blasio'nun eline
bulaştı' dedi; öldürülen polislerden birinin cenazesine 25 bin üniformalı
polis katıldı ve cenazede belediye başkanı konuştuğu zaman bu polislerin önemli
bölümü ona sırtlarını döndüler.
İki polisin öldürülmesini izleyen hafta New York polisi birnevi iş yavaşlattı; şehirde tutuklama sayısı dramatik derecede düştü, sırf
yazılmayan trafik cezalarının toplamının 5 milyon dolar olduğu hesaplandı. New
York'un polis müdürü de bir TV'ye çıkıp belediye başkanını açıkça eleştirdi.
*
Şimdi kendinizi o seçilmiş belediye başkanının yerine koyup
düşünün: Güvenliğinden ve huzurundan da sorumlu olduğunuz yönetmeniz gereken
devasa bir şehir var ve şehrin polisiyle aranızda açıkça siyasi bir kavga var...
Ne yapardınız, nasıl davranırdınız?
Seçilmiş siyasetçilerle güvenlik bürokrasilerinin ilişkileri
konusu siyaset biliminde çok incelenmiş olmakla birlikte genellikle konu
ordulardır. Bizde de yakın zamana kadar aynı konu 'asker vesayeti' başlığı altında tartışıldı.
Peki ya polis seçilmiş siyasetçiye göre farklı bir güvenlik
konseptine, farklı önceliklere sahipse ne olacaktır, nasıl olacaktır?
Asker, vatandaşın gündelik hayatında görece uzakta duruyor
ama polis öyle değil. Polisin öyle veya böyle davranması hepimizin gündelik
hayatımızda güvenlik zaafları çekmemize neden olabilir.
Son günlerde yaşamaya başladıklarımız bizde de bu konuyu
tartışma gündemine getiriyor.
Cizre'de, Hakkari'de duruma kim hakim, hükümet mi polis mi?
Uzun yılların en tehlikeli gerginliklerinden biri Cizre'de
yaşanıyor. Şehir, Hürriyet'ten Gülden
Aydın'ın Cizre'ye gidip anlattığına göre aralarında hendekler kazılmış
mahallere ayrılmış, iki tarafta gece bastığında silahlı bazı kişilerin
kontroluna geçiyor, kimlik kontrolları araba aramaları vs yapılıyor eli silahlı
gençler tarafından.
O hendekler bir günde kazılmadı, koca şehir bir günde bu
hale gelmedi. Peki ne oldu?
Türkiye'de polisin bir bölümünün çözüm sürecinden
hoşlanmadığı ve sürecin özellikle Güneydoğu'da ciddi bir güvenlik zaafına yol
açtığını düşündüğü sır değil. Bunu zaten yüksek sesle söyleyen çok sayıda polis
müdürü çıktı ortaya son aylarda.
Cizre bu anlamda bir güvenlik zaafı mı, yoksa o zaaf varmış
gibi göstermek için özel olarak ilgilenilmiş ve bile bile boş bırakılmış bir
yer mi?
Hakkari'de bazı polislerin halkın üzerine onları korkuya ve
paniğe sevkedici mahiyetteki bazı hafif patlayıcıları attıkları önce bir
dedikoduydu, derken valilik olayı doğruları ve Ankara'dan bunun için müfettiş
istedi.
Cizre'de ve Hakkari'de olaylar hükümetin mi kontrolunda
yoksa onlar da seyirci mi?
Hükümetin siyasetine operasyon yapan polis ve savcı
Hemen akla 7 Şubat 2012'de MİT Müsteşarı ve yardımcılarının
KCK davaları çerçevesinde ifadeye çağrılması geliyor tabii.
Hiç kuşkusuz bir hukuk devletinde herkes soruşturulabilir,
herkes de hesabını adalete verir. Ancak kimin ne sebeple soruşturulduğu
konusuna da bakmak gerekir.
MİT Müsteşarını ve yardımcılarını ifadeye çağıran, belki de
sonra tutuklanmalarını isteyecek olan savcılık ve polis, bu kişileri kişisel
suçlarından ötürü değil hükümetin çözüm
süreci bağlamındaki politikalarını uyguladıkları için soruşturuyordu. Yani, savcılık
ve polis, Kürt sorunu konusunda hükümet gibi düşünmüyor, dahası bu sebeple
hükümetin ceza kanununa göre suç işlediğini öne sürüyordu.
Hükümet-cemaat kavgası denen meselenin özünde yatan birkaç
şeyden biri, Kürt sorunu konusundaki bu görüş ayrılığı, hiç unutmayın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder