Devlet memurları yönetici bir pozisyona
yükselecekleri zaman haklarında bir 'güvenlik soruşturması' yapılır.
Soruşturma
lafın gelişi, aslında 'Biz falancayı şu göreve atayacağız, siz ne dersiniz'
diye Milli İstihbarat Teşkilatı'na sorulur. MİT o kişi için elindeki kayıtlara
bakar ve sonucu bildirir.
Dünkü Taraf gazetesinin birinci sayfasında yer
alan belge tam da bu konuyla ilgili. Yıl olmuş 2013, hala MİT ile
Başbakanlıktaki ilgili birim arasında bir kriptolu telefon yok. O yüzden, acil
atamalarda MİT Başbakanlığa telefonla bilgi veremiyor, faks çekiyor. Hala. Bu
devirde!
Bu uygulamanın sadece bir anlamı var: MİT,
terörle, yer altı dünyasıyla, yabancı istihbarat servisleriyle ilişkili sadece
vatandaşların yanında esasen devlet memurları hakkında kayıt tutuyor.
Bu kayıtlar yalnızca basit sabıka kaydı, adli
sicil vs'yi değil; zaman zaman kişiler hakkında dedikodular, konu komşusunun
onun için söyledikleri, dini inancının seviyesi, içki içip içmediği gibi
hepimize alakasız gözüken şeyleri de içeriyor. Mesela dünkü Taraf'ta Mehmet
Baransu'nun haberinde bir kişinin Kurban Bayramı için bir danaya ortak girdiği
ile ilgili kayıt örnek gösteriliyordu.
Epeydir attan alta süren ama 2012 Şubat ayından
itibaren alenen cereyan etmeye başlayan, bugünse meydan savaşı boyutlarına
gelen cemaat-hükümet kavgasının bir boyutu bu.
Demek en azından 2010 yılından beri MİT'in
kayıtlarına kişilerin cemaatle ilişkili olup olmadığı da yazılır olmuş ve
galiba 2011'den itibaren de cemaate mensup olup da devlette yönetici
pozisyonunda görev yapanlar bu kayıtlar uyarınca görevden alınmaya başlanmış.
Tabii en önce poliste, sonra geri kalan devlet dairelerinde yürüyor bu
operasyon.
Aradan bunca zaman geçtikten sonra dönüp dolaşıp
geldiğimiz yer, 28 Şubat döneminden veya Ak Parti'nin ilk iktidar olduğu
yıllardan çok da farklı değil.
O zaman da 'cemaatciler' veya 'irticai unsurlar'
diye devlette yapılan kadrolaşma mercek altına yatırılırdı, bugün de durum
meğer çok farklı değilmiş.
Aslında çok farklı olmasını beklememiz için bir
sebep de yoktu. Çünkü ortada, işlerini kapalı kapılar ardında değil gün
ışığında yapan, işlerini yaparken demokratik bir hukuk devleti olmanın gereğini
yerine getiren ve hukukuna imzacısı olduğumıuz Avrupa İnsan Hakları
sözleşmesini temel edinmiş bir devletimiz yok hala.
Böyle bir devletimiz olmayınca da, konu komşu
dedikodusu dahil şeylerin insanların kariyerinde rol oynayabildiği bir fişleme
düzenimiz var.
O zamanlar yapılan itirazlar aklıma geliyor.
Mesela, 'Kişinin dindar olması devlet memuru olmasına engel olmamalıdır'
denirdi.
Peki kişinin üst amirlerinden değil de bir
cemaatten talimat alması ve onları yerine getirmesi devlet memurluğuna engel
midir?
Bana soracak olursanız, evet engeldir. Devletteki
emir komuta zinciri ve sorumluluk zinciri dışsal ve üstelik şeffaf olmayan bir
otorite tarafından bozulamamalıdır.
Ama bunu yapmanın yöntemi nedir? Fişlemek ve o
fişlerin verdiği önyargıyla hareket etmek midir, yoksa hukuki anlamda daha
şeffaf ve hesap verebilir süreçler mi kurmaktır?
Hukuk bir gün herkese ama herkese lazım olur.
Zaten, 'hukukun üstünlüğü' bu anlama gelir: Bizim
kişiler ve onların subjektif adalet anlayışları tarafından değil, hepimizin
ortak ürünü olan hukuk tarafından yönetilmemiz gerekir.
Ne siyasetçi ne de devlet memuru o hukukun dışına
çıkabilmelidir.
3 Aralık 2013'te Hürriyet'te çıkan yazım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder