Bugünkü Hürriyet'te çıkan yazımı burada da paylaşıyorum...
***
***
Sanki ortalık güllük gülistanlık, tek derdimiz seçimi hangi
ismin kazanacağıydı. Gerçek sorunlarımızı konuşmadığımız böyle bir seçim dönemi
geçirdik maalesef.
Şimdi, seri halindeki seçimlerin üçüncüsüne gidiyoruz ama bu
sefer biraz vaktimiz var; on ay kısa bir zaman değil.
İktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi, liderini Çankaya
Köşkü'ne yolladı, önümüzdeki hafta kendisine yeni bir genel başkan seçecek. Bu
yeni genel başkanın (ve dolayısıyla başbakanın) Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu olacağı yönünde bir 'uzlaşma' var.
Davutoğlu veya bir başkası, kim başbakan olursa olsun, kısa
dönemde milletvekili genel seçimini kazanmak, orta ve uzun dönemde ise
Türkiye'nin önündeki sorunlar yumağını çözmek zorunda. Aslında, bu sorunları
çözmek veya çözüm yoluna sokmakla seçim kazanmak da birbiriyle ilgili şeyler.
Davutoğlu iktidara geldiğinde bir 'enkaz' devralmıyor kuşkusuz
ama epey bir zamandan beri donuklaşmış önemli meselelerle yüzyüze gelecek ve
bunlardan kaçınamayacak.
Ben bu meseleleri üç temel başlık altında topluyorum;
dileyen daha fazla başlık da açabilir.
Gelin bugün o başlıkları konuşmaya başlayalım; önümüzdeki
günlerde daha detaylandırırız.
1. Demokratikleşme, çözüm süreci, hukuk devleti
Daha önce yazmıştım, ne Avrupa Birliği ne başka bir şey,
Türkiye'nin bugün önündeki yegane demokratikleşme perspektifi, adına 'çözüm
süreci' dediğimiz süreç.
Başta Kürt sorunu olmak üzere, ucu özgürlüklere ve eşitliğe
değen her sorunumuzun çözümünün demokratikleşmeden ve insan haklarının bihakkın
uygulanmasından geçtiğini hepimiz görmeliyiz.
Demokratikleşme, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin yüzde
100 uygulanması dediğimizde de, bütün bunların hukuk devletiyle birlikte
yürümesi gerektiğini, ortada bir hukuk devleti yokken veya hukuk devleti derin
yaralar almışken bu perspektifin sağlanamayacağını söylemeye bile gerek yok.
Bugün burada çok üstten özet geçiyorum; demokratikleşme,
çözüm süreci ve hukuk devleti dediğinizde devasa bir reformlar yumağının içine
giriyorsunuz ve bu reformların belli bir seviyede iktidar-muhalefet uzlaşması
olmadan yapılması da kolay değil.
Demokratikleşme dediğiniz şey kuvvetler ayrılığı
güçlendirilmeden gerçekleşemez; bu da iktidarın kendi iktidar alanının bir
bölümünden vazgeçmesi anlamına geleceği için daha da zordur.
2. Ekonomi, daha yüksek katma değer, eğitim...
Türkiye'de ekonominin yeterince hızlı ileriye gitmeme, hatta
olduğu yerde takılıp kalma gibi bir sorunu zaten var. Şimdi buna, yüksek cari
açığa eşlik eden enflasyonu da ekleyeceğiz.
Nobel ödüllü iktisatçı Stiglitz'in 'ani duruş' riskinden söz
etmesi abartılı bulunabilir ama Türkiye sürekli dış kaynak girişine bu denli
mahkumken bu riski de hep aklımızın bir kenarında tutacağız mecburen.
Kamunun eskisi kadar bütçe açığı vermemesi ve mali disipline
riayet etmesi, devlete ait dış borçların sınırlı olması hep övünülen şeyler ama
bu övünmelerimiz şirketler kesiminin dış riskinin yüksekliğini perdelememeli.
Hem gün be gün çok büyük bir dikkat ve hassasiyetle
ekonomimizi yönetmeliyiz hem de orta ve uzun dönemli reform çalışmalarımızı
kesintisiz sürdürmeliyiz. Gündelik yönetimde yapılacak küçük hataların bile
bedellerinin çok ağır olabileceği bir ortamdayız. Geleceğe yönelik perspektif
ise en az gündelik yönetim kadar önemli.
Türkiye'nin cari açık sorununun daha yüksek katma değerli
ürünler sayesinde çözülebileceğini sağır sultan bile duydu. Daha yüksek katma
değer üretmenin yolu ise eğitimden, insan kaynağımızın değerinin artmasından
geçiyor. Ulusal sermaye açığımızı kapatmak için de yabancı sermayeye
ihtiyacımız var; bu ihtiyacı gidermek için de hukuk güvenliğine, yani işleyen
bir demokrasi ile hukuk devletine ihtiyacımız var.
Görüyorsunuz, sorunlarımız nasıl birbirine zincirleme bağlı.
3. Dış politika ve bölgesel barış ihtiyacı
Dış politikayı 'ilkeler üzerine bina etmek'ten çok söz
edilir ama ülke çıkarı ile ilke arasında bir çelişki yaşandığında hep ülke
çıkarı tercih edilir.
Türkiye, elbette dünyanın bütün önemli sorunlarında söz
sahibi olmak isteyen bir ülke ama önceliği kendine 'yaşam alanı' olarak seçtiği
bölgeler. Önce o bölgelerde çıkarlarını korumak zorunda ülkemiz. Ki bu bölgeler
eskisi gibi sadece Avrupa ve Batıdan ibaret değil; Ordadoğu'dan Orta Asya'ya,
Afrika'dan Güney Amerika'ya kadar uzanıyor.
Ama tabii bize en yakın ve bizim için kritik önemde olan bölgemizde,
adıyla söyleyelim Güney ve Güneydoğu sınırlarımızın ötesinde fırsatlar ile
risklerin aynı anda çok arttığı bir dönemden geçiyoruz; bu dönemin ne zaman ne
şekilde sona ereceğini de bilmiyoruz.
Bugün bölgesel barışa her zamankinden daha çok ihtiyaç
duyuyoruz; çünkü barışın yokluğu Türkiye'nin güvenlik çıkarlarını da, ekonomik
çıkarlarını da ciddi tehdit altına almış durumda. Üstelik barışın yokluğundan
bir ölçüde ülkemiz de sorumlu tutuluyor artık.
Tam da bu sebeple, bölgesel barışın yeniden kurulmasına
Türkiye'nin daha çok ve aktif katkı vermesi, diğer oyuncularla arasına geçmişin
gölgesinin girmesine izin vermemesi gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder