Bugünkü Hürriyet'te çıkan yazımı burada da paylaşıyorum.
*
Paris'teki vahim katliamdan sonra Türkiye'de hararetli bir
tartışma başladı.
Görebildiğim iki ana tutum var.
Birincisinde, İslamın kendisi içeriden eleştiriliyor. Bu
eleştirilerin bazıları 'İslam
düşmanlığı' sayılabilecek noktalara kadar uzanıyor, şiddetten inancın
kendisinin sorumlu olduğunu öne sürüyor.
İkinci ana tutum ise sorumluluğun tümüyle Batıda olduğunu söylüyor,
'Batılı ülkeler Müslümanlara öyle
davranmasaydı sonuçları böyle olmazdı' demeye getiriyor.
Bu iki tutum da kimi doğrulara değinmekle birlikte tam
olarak olan biteni ortaya koymakta yetersiz kalıyor. Hatta yetersizliğin de
ötesinde, olan biteni bize izah etmekten çok olanlara mazeret üretiyor.
Elbette 200 yıla varan Batı sömürgeciliğini gözardı
edemeyiz. Elbette Batıdaki İslam düşmanı söylemin özünde yüzyıllardır
değişmediğini görmeliyiz. Ve elbette nüfusu ağırlıkla Müslüman olan ülkelerin
dünya refahından aldıkları payın çok düşük olduğunu unutmamalıyız.
Peki bütün bu gerçekler, bazılarının İslam adına sanki
homojen bir şeymiş gibi 'Batı'ya
karşı bir terörist savaş başlatmasını Müslümanların gözünde meşru kılar mı? Ve
aynı sorunun tersi: Birilerinin Batıya karşı terörist bir savaş başlatmış
olması, Batı'nın sanki karşısında homojen bir 'İslam dünyası' varmış gibi davranmasını meşru kılar mı?
Bu sorulara yansıyan tartışmayı sonsuza kadar yapabiliriz;
galiba bizim televizyonlarımızda bu konu uzunca bir süre de tartışılacak.
Ancak bu tartışmayı yürütmek bizi bir yerden bir yere
götüremez; çünkü bu tartışmayı yapmak demek sebepleri değil sonuçları tartışmak
demek.
Bizi böyle ucu açık ve hiçbir yere vardırmayan tartışmalar
yapmaya yönelten sebeplerden biri, daha geçenlerde açıklanan 'Times Higher Education' sıralamasında,
sıralamanın yapıldığı altı eğitim kategorisinden sadece ikisinde ilk 100'de 'İslam alemi'nden sadece bir
üniversitenin yer alabilmiş olması olabilir mi?
Bakın, Türkiye ve Hindistan dahil Müslüman nüfusun yoğun
yaşadığı ülkelerden tek bir üniversite bile beşeri bilimler; sağlık bilimleri; sosyal bilimler ve fizik hariç temel
bilimler kategorilerinde dünyanın en iyi 100 üniversitesinden biri
olamamış. Oysa dünya nüfusunun yarıya yakın kısmından söz ediyoruz. Sadece iki
dalda, Türkiye'den Ortadoğu Teknik
Üniversitesi ilk 100'e girebilmiş. 'Mühendislik ve teknoloji'de 99, fizikte
67. sıradan. (Daha önce yazdım, Nature dergisinin bilimsel çıktıya bakan 200
üniversitelik listesinde 'İslam alemi'nden tek bir üniversite bile yok.)
'İslam alemi'
Kuranı Kerim'in hangi yorumunun daha doğru olduğuna harcadığı enerjinin bir
benzerini kendi halkına eğitim vermekte harcasa, yazının başındaki tartışmayı
hiç yapmıyor olurduk.
Tam bu noktada 'Geri
kalmışlık-Geri bırakılmışlık' tartışması açmak isteyenler olacaktır. Hemen
söyleyeyim bu da faydasız bir tartışma. Çünkü bu ülkeler değişik seviyelerde
sömürge bir geçmişten gelmelerine rağmen oldukça uzun zamandan beri bağımsızlar
ve kendi kendilerini yönetiyorlar.
Tercih hakkı sorulan hiçbir halk daha fakir olmak veya fakir
kalmaya devam etmek istemez. O yüzden, 'İslam
alemi'nin kendi içinde yapması gereken ikinci önemli tartışma, 'iyi yönetim-iyi yönetişim'
tartışmasıdır.
Biz Türkiye'de görece daha iyi yönetişim altında ve daha iyi
eğitim alıyor olmamıza rağmen bu iki konuyu sürekli tartışıyoruz; nüfusu
Müslüman ağırlıklı ülkelerin gündemi bu olmalı: Kalkınma ve iyi yönetişim.
'Külliye' güzel, bir de 'Çalışma ofisi'ni düzelttik mi tamamdır...
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, üniversite 'kampus'larına 'külliye' denmesini önerdi.
Geçmişte Türk Dil Kurumu, 'kampus' karşılığı olarak 'yerleşke'
kelimesini önermişti; sanıyorum ODTÜ dışında hiçbir üniversitenin 'yerleşke'si olmadı, hep 'kampus' kullanıldı.
Bence 'külliye'
de denebilir.
Hazır eli değmişken Cumhurbaşkanı bir de şu 'çalışma ofisi' lafını kınasa çok
sevineceğim. 'Çalışma odası' demek
dururken hala gazetelerimiz, televizyonlarımız 'Erdoğan'ın çalışma ofisi' demeye devam ediyorlar. Sanki 'dinlenme ofisi' veya 'eğlenme ofisi' diye bir şey olurmuş
gibi...
Buna benzeyen bir de 'kapalı
spor salonu' kalıbımız var; sanki salonun açğı olurmuş gibi. Şuna 'Spor salonu' desek ya?
Dahası da var: Soru-cevaptan ibaret yazı tarzına 'röportaj' demeye devam ediyoruz, eski
Türkçesiyle 'mülakat'; yeni ve güzel
Türkçesiyle 'söyleşi' demek varken.
Sonra, 'aldığım
duyumlara göre' diyenler var bolca; 'duyum'
zamanında TDK'nın İngilizce 'sense'
kelimesine karşılık önerdiği bir kelime, konunun 'kulağıma çalınan şey' veya 'istihbarat'le bir ilgisi yok... 'Duyduğuma göre' demek yeterli.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder