28 Haziran 2015 Pazar

En can alıcı sırrın peşinde...

Bugün Hürriyet Pazar'da çıkan yazımı ve biraz daha geniş bir versiyonunu burada da paylaşıyorum.
*

Sabri Ülker bursunun ilk bursiyerleri Güneş Parlakgül (solda) ve Ekin Güney (solda) Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil'le
Bu yazıya başlamazdan önce hesapladım, vücut kitle endeksi değerim 30.6 çıktı... Yapması kolay: Boyunuzun karesini alıyorsunuz, kilonuzu çıkan rakama bölüyorsunuz.
Çıkan değer benimki gibi 30'un üzerindeyse, obezsiniz. 35'in (bazılarına göre 40'ın) üzerindeyse  'morbid obez' denen kategoridesiniz. 25-29.9 arasında 'şişman' ve 20-24.9 arasında 'normal' kabul ediliyorsunuz. 20'nin altındaki değerler ise zayıflığa işaret ediyor.
Bu endeksin ne kadar geçerli olduğunu sağlık bilimciler tartışa dursun; bu rakamlar yükseldikçe bize bir büyük riski gösteriyor.
Bugün ülkemizde de, dünyada da en büyük, en ölümcül sonuçları olan sağlık sorunları fazla ve aşırı kilolu olmaktan kaynaklanıyor.
Obezite veya fazla kilolu olma hali aynı anda hem bir sebep hem de sonuç.
Neyin sonucu? Genellikle, kötü ve dengesiz beslenmenin. Şişmanlık hastalığının daha çok fakir ve dezavantajlıları vurması tesadüf değil.
Peki neyin sebebi? Sağlık bilimcilerin 'metabolik hastalıklar' diye bir şemsiyenin altına koyduğu bir dizi sorunun. Bunların arasında kalp ve damar hastalıkları da var, diabet de var, hipertansiyon da var, eklem sorunları da var...
Amerika'daki meşhur Harvard Üniversitesi'nin Halk Sağlığı Fakültesi'nin 'Genetik ve Kompleks Hastalıklar' bölümüne bağlı 'Beslenme, Genetik ve Metabolik Araştırmalar Merkezi'nin yeni adı artık 'Sabri Ülker Merkezi.'
Evet, Ülker markası başta pek çok markanın sahibi olan Yıldız Holding'in kurucusu Sabri Ülker adına Harvard'a 24 milyon dolar bağış yapıldı ve Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil'in yönetimindeki merkez 'Sabri Ülker Merkezi' adını aldı.
Burada Prof. Dr. Hotamışlıgil ve arkadaşları, kronik metabolik hastalıkların altındaki temel mekanizmaları bulmaya ve düzeltmeye çalışıyorlar.
Vücudumuzdaki hücreler, aldığımız gıdalardan gelen enerjiyi fazla olduğunda depolayıp, ihtiyaç halinde harcayarak hayatta kalıyor ve işlevlerini yerine getiriyor. Harcadığımız enerjiyi 'kalori' cinsinden hesaplıyoruz; dolayısıyla yediğimiz gıdaların da aşağı yukarı vücutta kaç kaloriye dönüşebileceğini hesaplayabiliyoruz.

Her yemek bir stres kaynağı


Prof. Dr. Hotamışlıgil ile sohbet eder ve onun labaratuvarında tam olarak neyi aradığını kavramaya çalışırken, Hotamışlıgil 'Vücudun kalori yanıt mekanizması' diye bir şeyden söz etti. 
Hemen atıldım, 'Tamam da vücut aşırı kalori aldığını, o an fazla kalori aldığını nereden biliyor?' diye sordum.
Hotamışlıgil'in cevabı benim için çok aydınlatıcıydı:
'Her yediğimiz yemek aslında vücutta bir strese sebep oluyor; sindirim karmaşık bir mekanizma ve sindirim sırasında da daha sonra da ortaya pek çok stres faktörü çıkıyor. Tabii vücudumuzun bu stresle başa çıkma mekanizmaları var. Ama onun da bir sınırı var; aşırı veya sürekli yediğiniz zaman vücudun normalde başa çıkabileceğinden daha fazla stres oluşuyor. İşte bu stres de  hücrenin sağlıklı çalışabilmesi için şart olan sistemleri olumsuz etkiliyor, mitokondriyasında ve endoplazmik retikulumda bozulmalara neden oluyor.'
Bir an durdunuz değil mi? Hemen basitçe anlatmaya çalışayım:
'Mitokondriya' ve 'Endoplazmik retikulum' hücrenin fabrikası gibi, ham maddeler iç veya dış 'pazar'lardan geliyor; enerjiyi mitokondri sağlıyor; üretimi ve kalite kontrolunu da endoplazmik retikulum yapıyor ve ardından üretileni paketleyip gideceği yere yolluyor.
Gökhan Hotamışlıgil ve Sabri Ülker Merkezi, bugünlerde metabolik hastalıkların altındaki temeli daha çok karaciğerimizde arıyor.


Nature Medicine'e kapak olmak


Mesela, sağlık bilimlerinin en saygın dergilerinden biri olan Nature Medicine'in Aralık 2014 sayısına kapak konusu olan bir araştırma var; Ana Paula Arruda, Benedicte Pers, Güneş Parlakgül, Ekin Güney, Karen Inouye ve Gökhan Hotamışlıgil imzalı.


Bu araştırmada, obezitede veya metabolik stres sırasında karaciğer hücrelerinde mitokondriya ve endoplazmik retikulumun işlevlerini nasıl kaybettiği gösterilmiş. 
Makalenin imzacıları arasında gördüğünüz iki isim dikkatinizi çekmiş olabilir: Güneş Parlakgül ve Ekin Güney... Onlar bu araştırmanın esas kahramanları, iki parlak gencecik insan. 
Daha geçen yıl İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi'nden mezun olmuşlar, hemen Harvard'da Gökhan Hotamışlıgil'in yönettiği Sabri Ülker Merkezi'nde çalışmaya başlamışlar; üstelik onlar 'Sabri Ülker Bursu'nun da ilk bursiyerleri.
Parlakgül ve Güney, ilk olarak daha tıp fakültesinde dördüncü sınıftayken, 2011 yazında iki aylığına Harvard'a gelmişler, sonra kayıtlarını 1 yıl dondurup Harvard'da Gökhan Hotamışlıgil ve Ana Paula Arruda ile çalışmışlar. Bu bir yıl boyunca, elektron mikroskopundan binlerce obez fare karaciğer hücresine bakmış, bunları büyüklüklerine vs göre sınıflamışlar ve sonuçta obezitenin hücre içinde yapısal olarak neyi bozduğunu gözlemişler. Onların mikroskop başındaki bu çabası olmasa o makale de çıkamazdı.
Parlakgül ve Güney'in pırıl pırıl öyküsünü ayrıca anlatacağım; çünkü o öykülerde örnek alınacak çok şey var; şimdi isterseniz metabolik hastalıklarımızın kökenini aramaya kaldığımız yerden devam edelim.
Hatırlayın, Nature Medicine dergisine kapak olan makale, obezlerin karaciğer hücrelerindeki bozulmayı gösteriyordu.

Tünelin ucundaki ışık...


Karaciğer hücrelerimizdeki mitokondriya ve endoplazmik retikulum, metabolik fonksiyonlardan pek çoğu üzerinde etkili olduğu için, bunlardaki birlikte oluşan bozulmanın görülmesiyle aranan o temel sebebe biraz daha yaklaşılmış olabilir.
Gökhan Hotamışlıgil orada bilimci temkinliliğiyle devreye giriyor:
'Yolun sonunu görmek zor ama yolun en başında da değiliz... Bu merkezde aynı anda birçok proje yapılıyor. Ve bunların ortak hedefi, metabolik hastalıkların temelindeki mekanizmayı bulabilmek, ardından da bu mekanizmayı kullanarak insanlara faydalı uygulamalar geliştirmek. Her projenin kendine göre bir hızı var ve farklı ilerliyoruz. Bazı projelerde ilaç aşamasına doğru geliyoruz, yani insana yaklaşıyoruz, bazılarında orada değiliz henüz. Bir kısım projede tünelin ucunda bir ışık olduğunu görüyor, hissediyoruz. Bazı projelerde henüz ışık var mı yok mu, karar verebilmiş değiliz, teoriyi izliyoruz.'

Yağlarımız bizi tedavi eder mi?


Peki ne olacak sonunda? Bir veya birkaç ilaç içeceğiz ve obezite sona mı erecek, karaciğer hücrelerimiz kendilerini onaracak mı?
Hotamışlıgil, geri yaslanıp açıklamaya başlıyor:
'Tedavi dediğimiz şeyin bizim için şu an iki yolu var. Ya bir sentetik molekül bulmaya çalışıyorsunuz, sizin yerine getirilmesini istediğiniz işlevin gerçekleşmesini sağlayacak veya bozukluğu ortadan kaldıracak. Ya da, vücudun kendi ürettiği kimi şeyleri harekete geçirerek acaba sonuca ulaşabilir misiniz, buna bakıyorsunuz. Biz iki yaklaşımı da dışlamıyoruz; ama sentetik molekül, yani sonu kimyasal ilaca varan yol çok uzun ve çok zorlu. Güvenlik eşikleri çok yüksek olmalı. Çünkü haklı olarak pek çok kontrol mekanizması var; özellikle kronik hastalıklar için yan etkilerini tam olarak hesaplayabilmeniz lazım. Bir ilacın bırakın piyasaya çıkmayı klinik deney aşamasına gelebilmesi bile çok uzun yıllar alan bir süreç. O süre boyunca dayanmalı, beklemelisiniz. Ama öte yandan bizim düşlediğimiz yol daha kısa olabiliyor; mesela 2008 yılında güçlü fonksiyonları olan doğal bir yağ asidi bulduk, 2013'ten itibaren onay süreçlerini tamamladı, yani insanda test edilebilecek noktaya ulaştık.'
Hotamışlıgil bunları söylerken sabırsızca araya giriyorum, 'Nasıl yani, kendi yağlarımızla tedavi mi oluyoruz?'
Gülmeye başlıyor Hotamışlıgil, 'Vücudun kendi ürettiği ve özellikle "iyi" şeyler denince genellikle akla hormonlar vs geliyor, biz ise burada itilip kakılmış, neredeyse hiç ilgilenilmemiş olan yağ molekülleri ve metabolizma ara ürünleri ile uğraşıyoruz. Açıkçası burada bir hazine var ve yağ molekülleri denen büyük bir grubun fonksiyonlarını anlamaya yeni yeni başlıyoruz, sürekli yeni şeyler buluyoruz' diyor ve Sabri Ülker Merkezi'nin bu uzun vadeli çalışmalar için çok önem taşıdığını vurguluyor.

Ekin Güney (solda) ve Güneş Parlakgül Harvard Sabri Ülker Merkezi'nde, labaratuvarda.
  

Bilimin geleceği emin ellerde


Enfes bir İstanbul akşamüzeri, Boğaz kıyısındaki otelin bahçesinde oturmuş sohbet ediyoruz. Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil'le şahsen tanışıklığım birkaç yıl önce, ama onu yıllardır tanıyor gibiyim.
Önce çocuklarımızdan, çocuk yetiştirmekten, yeni teknolojilerin çocuk beynine olası etkilerinden, tablet-cep telefonu-internet kullanımının çocuklarda hiperaktiviteye yol açıp açmama olasılığından konuşuyoruz.
Sonra sıra geliyor esas buluşma nedenimiz olan 'çocuklar'a; Güneş Parlakgül ve Ekin Güney'e.
'Nasıl buldular sizi' diyorum damdan düşer gibi.
Önce mektup yazmışlar Harvard'a, Gökhan Hotamışlıgil'e, kendilerini ve çalışmalarını anlatan. Mektup ilgisini çekmiş Hotamışlıgil'in ama hemen cevap yazamamış.

Ön sırada takım elbiseli iki genç


Sonra Türkiye'de katıldığı bir bilimsel kongrede bir bakmış en ön sırada takım elbiseler içinde iki genç adam oturuyor; konuşması bitince o gençler hemen yanına gelmişler, kendilerini tanıtmışlar. Onlar Güneş ve Ekin.
Ayaküstü sohbette Hotamışlıgil başvurularıyla ilgileneceğini söylemiş ama araya zaman girmiş, başvuran sayısı olağanüstü fazlaymış, Hotamışlıgil’e kendi üniversitesinde Türklere ayrıcalık yaptığı gerekçesiyle arada bir takılanlar oluyormuş, o yüzden de seçimlerinde çok hassas olmaya çalışıyormuş.
Aylar sonra yine bir kongre için bu kez Antalya'ya gelmiş ve ne görsün, Güneş ile Ekin yine orada, yine en ön sırada bekliyorlar konuşmak için. Bu kadar kararlı ve hevesli. Ayrıca Güneş ile Ekin'in daha tıp fakültesi ikinci sınıf öğrencisiyken yaptıkları bir labaratuvar araştırmasının makalesini duymak Hotamışlıgil'i tamamen ikna etmiş, 'Bu yaz ikiniz birden iki ay staja gelin' demiş. 
"Bu çocuklarda çok özel bir çekim vardı" diyor Hotamışlıgil, "Kaynağı da dürüst ve alçakgönüllü kililikleri ve bilime karşı duydukları inanılmaz heyecandı."
Kim mi Güneş ve Ekin? Onları Hotamışlıgil'le bu buluşmamdan iki hafta sonra, internet üzerinden yaptığımız bir görüntülü konuşmada tanıdım.

Uzayda bir gezegeni var...


Kendileriyle konuşma sıramla, önce Güneş Parlakgül'le başlayayım. İstanbul doğumlu, Işık Lisesi mezunu. Çocukluğundan beri bilime, en çok da kimyaya ilgi duymuş.
Lisedeyken TÜBİTAK'ın düzenlediği bir bilim yarışmasına katılmış, üçüncü olmuş. Yarışmaya sunduğu çalışması, ertesi yıl Amerika'da yapılan meşhur Intel Science and Engineering Fair adlı yarışmada Türkiye'yi temsil eden buluşlardan biri olmuş ve o yarışmada 52 ülkeden gelen 1218 proje içinde Güneş'in çalışması kimya dalında büyük ödülü kazanmış.
Daha da güzeli, Boston'daki meşhur Massachusetts Institute of Technology, MIT, bu yarışmada birinci olanların isimlerini Mars ile Jüpiter arasında asteroid kuşağındaki mini gezegenlerden birine vermiş, yani uzayda '23286 Parlakgül' isimli bir mini gezegen var.
Güneş'e gezegenine arada bir bakıp bakmadığını soruyorum, 'Evet' diyor, 'NASA'nın web sitesinden bakmayı öğrendim, arada bir bakıyorum. Tek büyük endişem yörüngesinden çıkıp sonra da dünyaya çarpması...'
Evet, hayatlar kurtarma biliminde çalışan Güneş'in adını taşıyan bir gökcisminin, '23286 Parlakgül'ün dünyaya çarpması hiç de hoş olmaz doğrusu.

Kimyadan tıbba ve biyolojiye dönüş


İlginçtir, Güneş'in aklında başta sağlık bilimleri hiç yokmuş, 'Üniversite sınavına iki ay kalaya kadar tıp aklımdan geçmiyordu, kimya mühendisi olmak istiyordum' diyor. Ama son iki ay ilgisi sağlık bilimlerine dönmüş, çünkü biyoloji ona daha heyecan verici gelir olmuş.
İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesini yani Çapa'yı kazanmış ve daha okulun ilk haftasında hikayemizin öteki kahramanı Ekin'le, Ekin Güney'le tanışmış; o gün bugün de beraberler.
Obeziteyi önlemek için uğraşıyorlar ama tatlı yemekten de geri kalmıyorlar.


Gitar çalar, basket oynar, bilim yapar


Peki ya Ekin? O da İstanbullu, tıpla tanışıklığı çocukluğundan; çünkü büyükbabası doktor.
'Güneş gibi uzayda benim adımı taşıyan bir gezegen yok ama bilime hep ilgi duydum' diyor. 
Çocukluğu ve gençliğinde biyolojiye, hayvanlara çok meraklı imiş.  Kadıköy Anadolu Lisesinde okumuş, basketbol oynar gitar çalarmış, hatta bir grupları bile varmış birlikte blues ve rock çaldığı. Şimdi de fırsat buldukça Boston'da basket oynuyor, gitar çalıyor. Doktor olmak istemiş, Çapa Tıp'ı kazanmış.
Fakültedeyken Güneş'le birlikte bir otoimmün hastalık olan Behçet Hastalığı hakkında bir araştırma yapmış; bu araştırmayla Eczacıbaşı Tıp Ödülü'nü kazanmışlar ki hiç de azımsanmaması gereken bir ödül bu.
Ekin, 'Araştırma aşaması o kadar heyecan vericiydi ki anlatamam' diyor. Vücudumuzun savunma hücrelerini ve bu hücrelerdeki bozulmalardan kaynaklanan hastalıkların kökenini anlamak sahiden heyecan verici olabilir.
Sonra Güneş'le birlikte Gökhan Hotamışlıgil hakkında bir gazete haberi okumuşlar; merak etmişler Hotamışlıgil'i. 'Bütün makalelerini okuduk kısa zaman içinde' diye anlatıyor o günleri Ekin. Bu makaleleri okuduklarında obeziteyle immün sistem arasındaki ilişki de ilgilerini çekiyor.

Mikroskoptan bakarak geçen bir yıl


Buradan sonrasını yazının en başında anlatmıştım; Güneş ve Ekin, Gökhan Hotamışlıgil'in peşine düşüyor ve ona kendilerini kabul ettirene kadar da pes etmiyorlar. Harvard'a iki ay staja gidince dünyalar onların oluyor. O iki ay deli gibi gece gündüz çalışıyorlar. Ekin, 'Gökhan hocayla tanışıp birlikte çalışınca üst düzey bilimin nasıl yapıldığını da gördük' diyor.
O yaz sonu Türkiye'ye dönüyorlar ama akılları da kalpleri de Boston'da kalmış. Sonra Harvard'da bu kez Harvard Tıp Fakültesi'nin bir Türk öğrenci programına başvuruyor ve bir yıl MİT'den bilimcilerle ortak çalışma imkanı buluyorlar. Bir yıl Harvard'a gelebilmek için İstanbul'da kayıtlarını donduruyorlar.
O bir yıl elektron mikroskopunun başından neredeyse hiç kalkmadan çalışıyorlar; o yılın ürünü olan makale Nature Medicine'e kapak olunca da ödüllerini alıyorlar.


Dertlerimizin çözümü kahverengi yağ hücrelerinde mi?


Bugün Ekin, Harvard Sabri Ülker Merkezi'nde kahverengi yağ hücreleriyle ilgili çalışıyor. Kahverengi yağ hücreleri, vücut ısısını düzenlemek, genel olarak metabolizmamızı düzenlemek gibi işlevleri var ama bu hücrelerin bunları nasıl yaptığını yeterince bilmiyoruz.
Zaman zaman gazetelerde kahverengi yağ hücreleriyle ilgili mucize benzeri haberler çıkıyor, işte eğer yeterince serin bir odada uyursak kahverengi hücrelerimiz sayesinde uyurken zayıflayabileceğimizi söylüyor haberler.
'Eğer bu haberler doğruysa Kuzey Kutup dairesinde yaşayan Inuit'lerin ip gibi incecik insanlar olması gerekmez mi?' diyorum gülerek, Ekin de gülüyor, 'Böyle doğrudan sonuç çıkartmak, basite indirgemek doğru değil tabii, ama bu hücreleri ve işlevlerini daha iyi öğrenmeliyiz' diyor.
Obeziteyle mücadelenin bir cephesinde kahverengi yağ hücreleri var.
Güneş ise bir başka cephede, karaciğer hücreleri üzerinde çalışıyor. Obezite karaciğer hücrelerinde tahribata yol açıyor; o tahribat da metabolik hastalıkları tetikliyor.

Tıbbın kızıl elmasının peşinde...


'Obez olmayın, böylece metabolik hastalıklardan sakının' demek en doğrusu ama dünyada ciddi miktarda obez ve fazla kilolu insan var; doktorlar ne tavsiye ederse etsin bunların etkisi de bir yere kadar, yani gelecekte de obez insanlar olacak. Ayrıca obezite olmasa bile bu mekanizmalar yaşlanma, kalp hastalıkları gibi bir çok probleme de ışık tutma potansiyeline sahip.
O zaman insanların metabolik hastalıklara yakalanmaması nasıl sağlanacak? Obezite ile beraber gelen riskler nasıl azaltılacak ve tedavi edilecek?
Sağlık bilimlerinin peşine düştüğü çok sayıda kızıl elma var belki ama ulaşılması en çok ses getirecek kızıl elma bu. Metabolik hastalıklara çare bulmak.
O kızıl elmayı da Harvard Üniversitesi'nde, artık Sabri Ülker Merkezi adını taşıyan araştırma labaratuvarında Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil liderliğinde 25 kişilik bir ekip de kovalıyor; içlerinde 2014'de Çapa Tıp'tan mezun olmuş iki pırıl pırıl olağanüstü bilim insanı da var, Güneş Parlakgül ve Ekin Güney.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder